Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Pekin Konsensüsü

Bu yazı 24/01/2022 tarihinde yayınlanmıştır.

*Prof.Dr. Abuzer Pınar/ SDE Ekonomi ve Finans Koordinatörü 

 

Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC)’nin son 20 yılda ekonomik büyüme ve gelişmedeki dikkate değer başarısı kaçınılmaz olarak dikkatleri bu ülkeye çevirdi. Özellikle 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ipotekli konut kredilerinden başlayan ve hızla Avrupa Ülkelerine yayılan kriz ile beraber neo-liberal politikalar ve Washington konsensüsü adı altında sunulan reçeteler daha fazla eleştirilmeye başlandı.

Daha öncesinde “Pekin Konsensüsü” kavramı ile gündeme gelen Çin modeli daha fazla tartışılır oldu. Çin modelini tartışmak çok da zor değil. Mülkiyet tanımı farklı. Tek parti yönetimi var ve demokrasi anlayışı farklı. Devlet müdahalesinde bir çekince yok. Hatta piyasa dinamiklerine pragmatik olarak müracaat ettiği bile söylenebilir.

Ülkenin liberal piyasa ekonomisi uygulayan ABD ve Batı Avrupa ülkelerinden belirgin farkları var. Öncelikle devlet belirleyicidir. Sermaye birikimine dayalı bir büyüme olsa da bu birikim devlet tarafından planlanmakta ve kontrol edilmektedir. Döviz kuru ve sermaye hareketleri kontrol altındadır. İhracata yönelik bütün dinamikler azami derecede kullanılmaktadır. Tasarrufa önem verir. Bu arada başlangıç koşullarını da gözardı etmemek gerekir. Kalabalık ve her şartta çalışmaya hazır bir nüfus. Bunun yanında birçok sosyal hizmetin bedava veya olabildiğince düşük maliyetle topluma sunulmasının desteklediği düşük ücretler.

Kanaatimce Japonya, Güney Kore ve ÇHC bir başarı sağladıysa sahip oldukları başlangıç koşullarına uygun politikalar geliştirdikleri içindir. Sihirli bir formül uyguladıkları için değil. Doğal olarak zenginleşme ve kalkınma ortaya çıktığında başka ülkelerin de dikkatini çekmeye başlar. Hiçbir ülkenin deneyimi başka bir ülkede mutlak anlamda tekrarlanamaz.

Yeni bir model arayışı olacaksa, elbette insanlığın birikiminden yararlanılacaktır. Bu birikimde Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Güneydoğu Asya’nın katkısı gözardı edilemez. Ancak daha önce yapıldığı gibi bir ülke deneyimi üzerinden indirgenmiş bir tanım yapılırsa baştan kaybedileceğini söyleyebiliriz. Çünkü gelişmekte olan ülkelerde maalesef “sihirli değnek” arayışı eğilimleri hep oldu. Başarısızlığın veya yeterince kalkınamamanın nedeni sanki uygulanan modelmiş gibi. Öncelikle bu sendromdan çıkılması gerekiyor.

Avrupa Birliği Çatısı altında bile ülkelerin yapısı birbirinden farklıdır. Küçük ve etkisiz üyeleri geçelim. Almanya, Fransa, İtalya ve diğer büyükler arasında bile bir konsensüs sağlamak zordur. Ülkeler İrlanda’yı kurumlar vergisi konusunda ikna edene kadar ak ile karayı seçti. Bütün mesele %12,5’tan %15’e çıkarmaktı.

Mesele üretim ve bu üretimin değişik toplum kesimlerine dağıtımı ise ülkenin üretken kapasitesi ve kaynakları dikkate alınarak bir model geliştirilmelidir. Eğer ÇHC’de büyük ölçüde başarılı olduğu kabul edilen model ise mesele, bu ülkenin planlama geleneği ve devletin müdahalesinin çerçevesi gözardı edilemez.  

Kanaatim odur ki ekonomik ve sosyal kalkınma gibi dinamik bir alandan söz ediyorsak, “genel kabul görmüş” teori, model ve düşüncelerden hareket edemeyiz. Bu alan doğası gereği dinamik bir özelliğe sahiptir ve bu dinamizmi yakalayacak bir yaklaşımla hareket edilmesi kaçınılmazdır. Mesela tasarrufların nasıl arttırılacağı, ele alınan ülkenin şartlarında tartışılabilir. Yoksa basitçe sadece bir veya birbirine benzeyen birkaç ülke deneyiminden yola çıkılarak “faiz arttığında tasarruf artar” önerisi ile başarıya ulaşılamaz. Benzer yaklaşımı yatırım için de düşünebiliriz. Faiz düşüyor diye şirketler akın akın yatırıma yönelmiyorlar. Daha da önemlisi bazı araçların tasarruflar ve yatırımlar üzerinde etkisi olsa da teknolojik ilerleme için vazgeçilmez olan araştırma-geliştirme (ar-ge) harcamaları maalesef kamu destekleri olmadan yürümüyor düşük gelirli ülkelerde. Ya da nispeten gelişmiş ülkelerle doğrudan yabancı yatırımlar ve teknoloji transferi gibi ilişkilere girilmeden olmuyor.  

Pekin konsensüsü kavramı üzerinde ne kadar uzlaşı sağlandığı tartışılır ama Washington Konsensüsü veya neo-liberal politikaların gelişmekte olan ülkeleri kalkındırmadaki başarısızlığı ortada. Umarız iktisatçılar, en az mühendislik kadar birer sosyal bilimci olmaları gerektiğini de hatırlarlar.