Sayed Sulaiman NABİL
Tüm YazılarıYakın tarihimiz hep iyi başlayıp kötü bitiren akımların serencamıyla doludur. Yakın tarihte iyi başlayıp, iyi bitiren hareketlere rastlamak da oldukça zordur. Bundan mütevellit, “Neden hep iyi başlayıp kötü tamamlıyoruz?” sorusu Müslüman her bir gencin zihnini öyle veya böyle meşgul etmiştir. Aslında sadece bu soru da değil; “Dünyada salahı getirecek, ahirette felahımızı sağlayacak değerlere sahipken neden iki cihan saadetimizi temin edecek bir medeniyet kuramıyoruz? Dahası, bırakın medeniyet kurmayı neden değerlerimize uygun yönetimler dahi inşa edemiyoruz? Değerlerimiz üzerine ve değerlerimiz adına kurulduğunu iddia eden devletler, neden umduklarımızı bize bir türlü veremiyor? Neden adaleti başka medeniyetlerin insafına bırakıyoruz da adaleti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde arıyoruz? Kendimiz bir araya gelmek varken, neden her şeye rağmen konuşabilme ve ortak değerlerde bir arada olabilme örneği olarak Avrupa’ya imreniyoruz? Gelişmek için değerlerimize dönerek kendi yolumuzu çizmek yerine, neden pozitivizmin esiri olup ne gelişebiliyor ne de değerlerimizle var olabiliyoruz?” gibi ahvalimize dair nice sorular saatler belki de günlerimizi almıştır.
Bu can yakıcı ve bir o kadar da can sıkıcı soru ve sorunlara yakın tarihte, Müslümanlar tarafından siyasi, ilmî, iktisadi, içtimai, irfani pek çok farklı cevap verilmiştir. Tarihin üstesinden gelemediği bu tür devasa soruları, bu yazıda çözmek elbette mümkün değildir. Lakin bu soruların odak noktalarına dair zihnimi kurcalayan hususları, yer yer tekrar olma pahasına da olsa zikretmek ve bunların muhtemel sebepleri üzerinde beyin fırtınası yapmak da lüzumsuz bir iş olmasa gerektir.
Kanaatimce her Müslümanın, bilhassa gencin zihnini meşgul eden bu soruların temelinde şu dört sebep yatıyor: kendinden ve dünyadan kopuş (yabancılaşma), değerler hiyerarşisinin alt üst oluşu (ilkesizlik), düşüncede ufuk darlığı (tefekkürsüzlük), bilgiye itibar etmeme-cehaleti yüceltme (basiretsizlik).
1. Bütün bu sorular, aynı zamanda şu iki temel girdabın içinde boğuştuğumuzun da bir göstergesi: bunlardan biri kendimize diğeri ise dünyaya yabancılaşma. Kendimize yabancılaşmak sadece kendi öz değerlerimizi unutmak yahut göz ardı edip başka değerleri benimsemek değildir. Bunun da ötesinde kendi değerlerimizin içini boşaltmaktır. Kalıpla beraber özü korumak yerine özü atıp sadece kalıbı korumaktır. Dahası, değerlerimizin kalıplarını korurken içini boş anlamlarla doldurmaktır. Belki de en tehlikeli sorunlardan biri de budur. Aslında biz değerlerimizin kalıplarını koruduğumuzu sanırken sadece onu değil, kendimizi de içten içe kemiriyoruz, değerlerimize ve kendimize yabancılaşıyoruz. Böylelikle kalıplarımıza hapsoluyoruz. Bu kendine ve kelimelere hapsoluşla beraber, dünyaya da yabancılaşıyoruz. Kendi sığı anlam dünyamızın dışında insanlığın yararına olan bir değerin var olamayacağı vehmine kapılıyoruz. Bizden başkasına fikir hakkı tanımıyoruz. “Her sorunun cevabı bizde! Başkası cevap üretemez.” hezeyanına düçar oluyoruz. Bu, bir yandan bizi dünyadan uzaklaştırıp, bugünü anlamamızı engellerken diğer yandan ise anlam arayışında olan başkalarının değerlerimizle arasına girip engel koymuş oluyoruz.
2. Düşünce boyutundaki bu yabancılaşma ve hapsoluş, değerler hiyerarşisinin alt üst oluşunu yani bir tür ilkesizlik hâlini beraberinde getiriyor. İlkesizlikten söz ederken yalnızca ilkeleri netleştirmeden hareket etmeyi ya da ilkeleri konjonktüre göre değiştirmeyi kastetmiyoruz. İlkeleri belirlerken asıl ile fer olanı yani temel ile tali olan değerleri, gaye ile vesile olanı yani amaç ile araç değerleri, sevabit ve mütegayyiratı yani sabite ile değişkenleri birbirine karıştırmaktan söz ediyoruz. Bugün İslam âlemi olarak bu ilkesizliklerin, ilkesel alt üst oluşların her üçünü de yaşıyoruz. Ancak kanaatimce bu konuda daha da can yakıcı ve hatta yıkıcı olan şey ise amaca giden araçları tek bir araca indirgemek. Bu zihniyet, ilkeler üzerinden hareket edenleri, belirli bir zamana mahsus tek bir araca mahkûm etmekle kalmıyor, aynı zamanda o aracın şartlarıyla mukayyet bir hayatı da dayatıyor. Sonuçta bu yaklaşım, düşünceyi dondurma, hayatı durma noktasına getiriyor; değişimin önünde aşılmaz bir engele dönüşerek o amaca farklı araçlarla ulaşmak isteyenlerin de önünde set oluyor.
3. Pratik hayatta farklılığa tahammül etmeyen, yeniliğe kapalı olan toplumlar, fikrî anlamda da durağanlaşırlar. Bir tür tefekkürsüzlük hâli olan düşünce ufuklarının daralmasıyla karşı karşıya kalırlar. Pratik hayatta akla yer verilmemesi, düşünce hayatında da akıl edememeyi beraberinde getirir. Kur’an’ın akla verdiği veren onca ayetine rağmen, “Vahiy, insana dışarıdan verilen akıldır. Akıl da içeriden verilen vahiydir.” diyen İsfahânî gibi âlimlerimize rağmen iş ve eylemlerimizde akla en az müracaat eden toplumlardan biriyiz. Dile getirdiğimiz koca koca iddiaların, fiiliyatta ciddi başarısızlıklarla karşılaşması ve bir slogan düzeyinde cılız kalması belki de bundandır. Dine inanan, akla güvenen akl-ı selim sahibi küçük ama seçkin bir zümreyi hariç tutarsak genel olarak İslam dünyasını iki mukallit gruba ayırmak mümkün: maziyi taklit edenler, Batı’yı taklide kalkışanlar. Başka bir ifadeyle yüzünü maziye dönüp akletmeden sadece taklitle hayatına dini tatbik etmeye çalışanlar ve sırtını dine dönüp yüzünü Batı’ya çevirerek onu taklitle daha iyi bir birey ve toplum olabileceğine inananlar. Kurtuluşu geleneğin şekillendirdiği dindarlıkta gören ilk grup, yalnızca belirli pratikleri taklit etmekle yetindiğinden, kendi içinde birçok çelişki yaşar, bunları aşamaz ve neticede kendisini saadete ulaşmada büyük ölçüde başarısız olur. Aynı şekilde, çözümün dünyada olduğu zannıyla Batı uygarlığını taklit edenler de çok arzuladıkları mutluluğa bir türlü erişemiyor. Neden eremez? Çünkü hangi şeyi, ister maziyi istese Batı’yı taklit ettiği fark etmeksizin taklit eden, asla taklit edilene ulaşamaz. Aksine bu durum, taklit edileni daha yüceltirken taklit edenin daha da küçülmesine neden olur. Bilmek gerekir ki ne ilimsiz şeriat yaşanır ne de körü körüne bilgisiz bir dünya inşa edilir.
4. Bireysel olarak her iki açıdan da bu yanlışta ısrar edilmesi, belki önemsenmeyebilir. Ancak toplumsal olarak böyle bir tercihte bulunmaya devam edilmesi, zamanla söz konusu toplumların temyiz kabiliyetini yitirerek toplumsal basiretsizlik hâline yol açar yani doğru ile yanlışı ayırt etme hasletleri dumura uğrar. Aklı başından giderek iflah olmaz bir akıl tutulması yaşar. Günümüz İslam toplumlarında yaşanan ve hepimizi zamansız sorularla meşgul eden şey, tam da budur. Böylesi zor zamanlarda, toplumlarda değerler hiyerarşisi alt üst olur. Doğru ile yanlış yer değiştirir. İyi, kötü zannedilirken, kötü de iyi addedilir. Güzel, çirkin görülmeye, çirkin ise güzel bulunmaya başlar. Böylesi bir ortamda âlimler, –Mevlâna’nın deyimiyle– ayna olabilmekle değil, ayna olduklarını ispat etmekle meşgul olur. Nizâmî’nin ifadesiyle de bal sandıkları sirkeyi satmakla iştigal eder. İnsanın salahını sağlayacak, toplumun maslahatını görecek ilim aktarmayı değil, kendisini var edecek malumat yığınlarını, bilgi kırıntılarını vermeyi gaye edinir; toplumu ve insanı değil, kendini merkeze koyar. Fikir üretmek yerine, yaşayanların hayatlarına ölülerin tecrübelerini kutsayarak yeniymiş gibi sunar. Toplumu, bir adım ileriye götüremediği gibi hayatın gerçekliğinden de koparır. Yüzü maziye dönük dinî ve millî “muhafazakar” kesimleri tarihe hapseder, Batı’ya öykünen çevreleri ise kendi dinî-millî kimlikleri arasına aşılmaz duvarlar örer. Azı sayıdaki ilim sahiplerini de itibarsızlaştırıp kendi köşesine çekilmeye mecbur eder. Bu durum, bir cenahta dinî-millî duyguları makama mevkiye ve servete dönüştüren din bezirganlarını ortaya çıkarırken diğer tarafta ise bilimsel dedikodular ve kehanetlerle bilime ve seküler ahlaka olan güven duygusunu istismar ederek kitleleri, malumatı çoğaltarak cahil bırakan kişisel istikbal tutkunlarını ortaya çıkarıyor. Ayrıca bu durum, varlıkları dahi pek çok sorunu beraberinde getiren bazı hareketleri veya kişileri dinin temsilcisi konumuna yükseltirken; ideoloji bataklığına saplanmış, cehaleti yücelten bazı hareketleri veya kişileri ise bilimin, bilginin sahibi, otoritesi konumuna çıkarıyor.
Unutmamak gerekir ki ilme itibarı olmayanın şeriatı muteber değildir, bilgiye iltifat etmeyenin cehaleti bakidir.
***
Bu noktada, “Peki ama çözüm nedir?” dediğinizi duyar gibiyim. Zihninizdeki bu soru, canlılığını yitirmeden hemen çözüm önerilerimize geçelim. Şüphesiz, bu konuda pek çok çözüm yolu akla gelir. Eminim, sizlerin de aklında da şu an birçok çözüm yolu belirmiştir. Ben ise bu konuda şöyle düşünüyorum: Yabancılaşmaya karşı ilke sahibi olmak gerektiğini, ilkesizliğe karşı ise tefekkürü meleke hâline getirmek icap ettiğini, tefekkürsüzlüğe karşı da bilgide ve ahlakta ısrarcı olmanın elzem olduğunu düşünüyorum. Bunları yerine getirdikten sonra basiret kendiliğinden gelecektir. Aslında bunları yapmak demek, taklide ve cehalete savaş açmak demek.
Burada “düşünce” yerine “tefekkür” kavramını kullanmamızın sebebi ise şu: Tefekkür sadece basit bir düşünme eylemi değildir; madde ile manayı, din ile dünyayı bir bütün olarak kapsayan külli düşünme biçimidir. Bu düşünce biçiminde sadece akıl ile yol alınmaz. İman ile süslenmiş bir kalbin kılavuzluğunda madde ve mananı keşfine çıkılır. Böyle bir düşünme ne ilkelerini göz ardı eder ne de günün şartlarını görmezden gelir. Sadece kalıplar üzerinde değil, kalıpları yok saymadan, kalıpların koruduğu manalara da odaklanır. Eyleme dönüşmeyecek, ahlak üretmeyecek fikir üretmekten kaçınır. Tefekkür sahibi, veciz bir ifadeyle “Nuru anlatmaya çalışmaz, karanlıkta kalanlara nuru yansıtan bir ayna olur.” Sadece bireyin değil, kollektif menfaati de esas alır. Ne kendisine ne içinde yaşadığı topluma, var olduğu dünyaya yabancılaşmasına izin verir. Kısaca bizi donup kalmaz, harekete geçer ancak bu, sadece kendisi için değil, aynı zamanda başkaları içindir. Bir diğer ifadeyle sadece yaşamak için değil, aynı zamanda yaşatmak için yaşar.
Tefekkürle yaşamınıza “yaşatma” farkındalığı katmanız dileğiyle…
Güncel Yazıları
Afganistan Nasıl Bir Bilinç ile Kalıcı İstikrara Kavuşur
03 Eylül 2024
Afganistan Mevcut Siyasi Dengeleri ve Muhtemel Gelişmeler -2
14 Nisan 2024
Afganistan’da Güncel Siyasi Dengeler ve Muhtemel Gelişmeler -1
28 Mart 2024
Dünyanın Kendisiyle, İnsanlığıyla İmtihanı: Gazze
29 Ocak 2024
İslam Dünyasının Kabul Etmek İstemediği Gerçek: Filistin Meselesinin Teo-Politik Haki..
08 Aralık 2023
Afgan Cihadının Efsanevi Komutanı: Ahmed Şah Mesut
08 Eylül 2023
Afganistan: Yarım Asırlık Krizin Arka Planı
02 Mayıs 2023
Afgan Halkını Saran Üç Zindan
03 Nisan 2023
Hala Dünya için Bir Umut Var
20 Şubat 2023
Taliban, Temel İnsan Hakları Konusunda Bekleneni Vermedi Afganistan’da Kadın Hakların..
03 Şubat 2023
İstikametini Arayan Coğrafya Orta Asya: Sovyet Rejiminden Türk-İslam Medeniyetine İmk..
23 Ocak 2023