Japonya’da 27 Ekim'de yapılan Temsilciler Meclisi seçiminde iktidar koalisyonunun meclis çoğunluğunu kaybetmesi ile Japonya siyasi bir kaosa mı giriyor endişeleri baş gösterdi.
27 Eylül’de iktidardaki Liberal Demokrat Parti (LDP’nin)’nin genel başkanlığına seçilen ve başbakan olan Shigeru İşhiba, başbakanlığına kamuoyu desteği kazandıracağını umarak ülkeyi ani bir erken seçime götürme kararı aldı.
İki meclisli parlamenter sisteme sahip olan Japonya’da, Temsilciler Meclisi (Alt Meclis) için 27 Ekim'de yapılan seçime katılım oranı beklenenden daha düşük (yaklaşık %54) gerçekleşti. Umulanın aksine, iktidar koalisyonu Liberal Demokrat Parti ve ortağı Komeito Partisi seçimlerden güç kaybederek çıktı. Üyeleri halk tarafından seçilen 465 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nde iktidar koalisyonunun toplam sandalye sayıları 279'dan 215'e düştü. Bu sonuçla, Meclis'i kontrol etmek için gereken 233 sandalyelik barajı aşamadılar. En büyük muhalefet partisi Anayasal Demokratik Parti (CDP) ise sandalye sayısını 98'den 148'e çıkarmayı başardı.
2.Dünya Savaşı’nı müteakiben 1947 anayasasının yürürlüğe girmesinden kısa bir süre sonra Japonya'da siyasi partiler kurulmaya başladı. 1955 yılında kurulan Liberal Demokrat Parti ilk girdiği seçimden bu yana (2009-2012 yılları hariç) Japonya'yı 65 yıl yönetti. Uzun yıllar ülkenin kaderine hükmeden LDP’nin aldığı bu sonuç gerçekten büyük bir yenilgiydi.
Tek parti yönetimi denilebilecek uzun LDP hükümetleri döneminde, alternatif partilerin iktidar şansı bulunmadığından parti kendi içinde sürekli hizipler, fraksiyonlar üretti. Muhafazakar, liberal ve milliyetçi bir yelpazeye sahip LDP’nin siyasetçileri, politik olarak kendilerini ayrıştırmadıkları için, halk nezdinde iyilikseverlikleriyle/cömertlikleriyle öne çıkmaya çalıştılar. Japonya’da, bir parti için değil ama siyasetçiyi seçtirmek için çalışan “kōenkai” denilen kişisel destek grupları yaygındır. Siyasetçiler, bu destek gruplarının faaliyet masraflarını karşılamak ve seçim sonrasında ilişkilerini sürdürmek, cömertliğini göstermek için ciddi finansmana ihtiyaç duyarlar. Zamanla, bu ihtiyaçtan istifade etmek isteyen ve seçildikten sonra siyasetçiden çoğunlukla gayrimeşru taleplerde bulunacak olan büyük paralar Japonya’da siyasete akmaya başladı ve siyasetçiyi zenginleştiren kampanyalara dönüştü. “Fonlanan siyaset” tabi olarak siyasi skandallara yol açtı ve iktidar partisini yolsuzluklara bulaştırarak kirletip, yıprattı.
Seçime katılımın düşüklüğü, siyaset kurumunun yıpranmışlığını ve toplumun siyaset kurumuna olan güvenin iyice azaldığını gösteriyor. Nitekim, yenilginin ardından Başbakan Shigeru İşhiba, "partimiz siyaset ve ekonomi konularında halkın anlayışını kazanamadı ve bu Liberal Demokrat Parti'ye vurulan en büyük darbe oldu," dedi.
Yeni başbakanın seçimi
Peki bundan sonra ne olacak?
Japon anayasasına göre, genel seçimden itibaren 30 gün içinde, yani 26 Kasım'a kadar, Senato (Üst Meclis) ve Temsilciler Meclisi (Alt Meclis)’nden oluşan Ulusal Diet (Japonca Kokkai)’in özel bir oturumla toplanması ve mevcut kabinenin topluca istifa etmesi gerekiyor. Diet’te yapılan oylamayla yeni bir başbakan seçilecek. Ishiba, Diet’te yeniden seçilemezse II. Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana Japonya'nın en kısa süre görev yapan başbakanı olacak.
Son seçimde muhalefet partileri toplu olarak çoğunluğu oluşturacak kadar sandalye kazanmış olsalar da, temel konulardaki görüş ayrılıkları dolayısıyla, aralarında bir koalisyon kurmaları pek ihtimal dahilinde görünmüyor. Yine LDP’nin oluşturacağı bir koalisyona daha çok şans veriliyor.
LDP, iktidarını devam ettirmek için ya LDP + Komeito koalisyonuna muhalefet partilerini de katarak koalisyonu genişletmek, ya Komeito’yu koalisyon dışında bırakarak muhalefetle yeni bir koalisyon kurmak yada Diet’ten güven oyu alarak bir azınlık hükümeti kurmak seçenekleriyle karşı karşıya. Ancak, diğer partilerle anlaşamama ya da Meclis’ten güven oyu alamamaları halinde Japonya’nın siyasi bir krize sürüklenmesi de ihtimal dahilinde. Zayıf veya kısa ömürlü hükümetlerin ortaya çıkmasının, içinden geçilmekte olan büyük küresel kriz döneminde, dünyanın dördüncü büyük ekonomisi Japonya için hiç te olumlu sonuçlar üretmeyeceği ortada. Zira, pek çok ülkede örneğine rastlandığı üzere bu tür hükümetlerde karar alma süreçleri zayıf, uygulamaları cesaretsiz ve istikrarsızdır.
Durgun bir ekonomi, enflasyon ve düşük ücretler, kirli para skandalları gibi iç politik zorluklarla boğuşan Japonya’da, muhtemel zayıf bir başbakan, istikrar vaade etmeyen bir hükümet Japonya dış politikasında da ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacaktır.
Siyasi istikrarsızlığın savunma ve dış politikaya etkileri
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından işgal edilen Japonya’nın, işgal şartlarında hazırlanan mevcut 1947 Anayasası'nın 9'uncu maddesinde, ülkenin esasen pasifist bir ulus haline geleceği ve bir daha asla "kara, deniz veya hava kuvvetleri" kurmayacağı ifade edilmektedir.
Japonya, 8 Eylül 1951'de imzaladığı ABD-Japonya Güvenlik Anlaşması ile ülkenin iç ve dış güvenliği ABD sorumluluğuna verilmişti. Ancak, 1954 yılında iç güvenliği sağlamak üzere Öz Savunma Kuvvetleri kurma izni ABD’den alındı. 1960'ta ABD-Japonya anlaşması revize edilerek ABD'ye, bir saldırı durumunda Japonya'yı savunma taahhüdü karşılığında takımadalarda üs kurma hakkı tanındı. Üsler, ABD ordusuna Asya'daki ilk kalıcı varlığını sağladı.
2000'li yıllar ABD ile Japonya arasında savunma iş birliğinin artış gösterdiği dönemdi. Kasım 2001'de, ABD'nin Afganistan'daki askeri operasyonlarına lojistik destek sağlamak için Japonya, Deniz Öz Savunma Kuvvetleri'ni Hint Okyanusu'na sevk etti. 2003'te, Irak'ın savaş sonrası yeniden yapılanma çabalarına yardımcı olmak için kuvvetler gönderdi.
Eski Başbakan Shinzo Abe'nin yönetimi sırasında (2012-2020) Japonya, "proaktif pasifizm" olarak adlandırılan güvenlik politikaları çerçevesinde anayasada öngörülen askeri kısıtlılıkları gevşetti, Öz Savunma Kuvvetleri'nde reform yaptı. 2015’te çıkarılan yasalar ile Japonya'nın 70 yıl sonra ilk kez denizaşırı ülkelere asker göndermesine ve askeri operasyonlarda müttefiklere katılmasının yolunu açtı.
Doğu ve Güney Çin denizlerinde Çin'in hak iddialarına karşı oluşturulan QUAD, ABD-Japonya-Güney Kore üçlü iş birliği, Avustralya ile Üçlü Güvenlik Diyaloğu ve AUKUS'un II. Sütunu kapsamındaki savunma teknolojisi iş birliği anlaşmalarında Japonya, ABD ile birlikte bölgesel ittifakın temel aktörlerinden oldu. ABD yetkililerinin teşviki ile Japonya ve tarihsel düşmanı Güney Kore arasındaki yakınlaşma sağlandı.
Hint-Pasifik’te artan gerilim, Çin+Kuzey Kore+Rusya’nın oluşturduğu bloklaşma karşısında Japonya, Aralık 2022’de yayınlanan yeni stratejik belgelerle ulusal savunma vizyonunu yeniledi. Yeni strateji; savunma harcamalarının GSYİH’nin yüzde 2’sine çıkarılması, savunma bütçesine 2027 yılına kadar 315 milyar dolar eklenmesi (ki bu bütçe ABD ve Çin’den sonra Japonya’yı dünyanın en büyük üçüncü askeri bütçeye sahip gücü yapıyor), uzun menzilli füzelerin satın alınması, genişletilmiş silahlı kuvvetleri için askeri komuta yapısını yeniden şekillendirmesini de içeriyor.
Japon başbakanı Kishida'nın Nisan 2024'te Washington'a yaptığı resmi ziyaret iki ülkenin ortaklığını daha da güçlendirdi. Joe Biden ile ortak açıklamalarında birbirlerini "küresel ortaklar" olarak adlandırdılar.
28 Temmuz 2024'te Washington ve Tokyo arasında yapılan anlaşma ile ABD-Japonya ittifakı askeri bir ortaklığa dönüştürüldü. ABD, Japonya'daki askeri karargahını ABD Hint-Pasifik Komutanlığı (INDOPACOM)’na sorumlu Ortak Kuvvet Karargahı (JFHQ) olarak yeniden kurdu ve ittifakın Hint-Pasifik güvenlik ağının merkezi haline getirdi.
Ne var ki, bu yeni entegrasyon modelinde 315 milyar dolarlık ek bütçe ve yıllık savunma harcamalarının ABD silahlarının alımı için kullanılacak olması, Japonya’yı ABD silah sanayinin tedarikçisi müşteri devlet konumuna getireceği için eleştiriliyor. Öte yandan, Japon ordusunda müttefikler arasında eşitlik talepleri de yükseliyor.
Savaş ve silahlanma karşıtı Anayasası'nın revizyonu, artırılması gereken savunma bütçesine kaynak bulunması, ülkenin halihazırda kurduğu ittifakların ve ortaklıkların sürdürülme kabiliyeti ciddi problemler olarak Japonya’nın gündeminde duruyor.
Endişeler
Japonya’da halen 85 ABD üssü ve buralarda görevli 55 bin ABD askeri bulunuyor. Hali hazırdaki ABD-Japonya ortaklığı; iki devlet arasında askeri entegrasyonu, Çin'in genişlemesine karşı koymayı, Güney ve Doğu Çin Denizlerinde statükoyu korumayı, Tayvan'ın bağımsızlığını güvence altına almayı hedefliyor.
Ancak, Japonya'nın proaktif bir tutum alarak dış politikasını bölgedeki Çin karşıtı ABD planlarıyla bütünleştirmeye yönelmesine, savunma yeteneklerini güçlendirmesine, bunun için savunma bütçesini GSYİH’nin %2 veya daha fazlasına yükseltme çabalarına karşı ülke içinde ciddi bir muhalefet te var. Zira, Japon siyasetinde hala dış politikada statükoyu korumak isteyen, muhafazakar/pasifist politikacılar etkili konumda. Bu kesim, böyle bir işbirliğinin Japonya'yı gereksiz bir riske atacağını ve onu Çin ile bir çatışmasının ön cephesi haline getireceğini savunuyor, Japon anayasasının savaştan feragati düzenleyen 9’uncu maddesinin revize edilmesine karşı çıkıyorlar. Diğer taraftan artan askeri harcamaların durgun ekonomiye getireceği maliyetleri yüklenmek istemiyorlar.
Bir başka endişe kaynağı da, tekrar askeri bir güç haline gelmesinin, Çin ve Kuzey Kore dışındaki, Japonya'nın daha önce işgali altında bulundurduğu diğer komşu ülkeleri ürkütecek olması.
Japonları endişelendiren en önemli hususlardan birisi de, proaktif askeri politikalara geçerken ABD’ye ne kadar güvenilebileceği sorusudur. Çünkü, geçmişte yaşadıkları hadiseler ABD’nin çıkarları dışında kimseye karşı kalıcı bir bağlılık taşımadıklarını Japonlara göstermişti. 1970'ler ve 1980'ler itibariyle Japonya büyük bir ekonomik büyüme trendi yakalamıştı ve 2005 yılına kadar ABD’nin GSYİH'sini geçerek en büyük ekonomi olacağı tahmin ediliyordu. Bütün dünyada bir Japon Modelinden söz ediliyordu. Ancak, kendisini aşacak ekonomik bir gücün varlığına ABD’nin tahammülü yoktu. O sıralarda yapılan anketlerde, ABD’nin Soğuk Savaş'ta Sovyetler Birliği ile savaşırken Japonya'nın bu dönemi kazanca dönüştürdüğüne inanan Amerikalılar Japon ekonomisini Sovyetler Birliği'nin nükleer füzelerinden daha büyük bir tehdit olarak gördükleri şıkkını işaretliyordu. ABD, Japon tehlikesine karşı bugün en büyük rakibi haline gelen Çin’le yakınlaşarak kalkınmasının önünü açtı. Sovyetler Birliği ile nükleer silah kontrol anlaşmaları imzaladı.
Yani çıkarları söz konusu olunca ABD babasını bile tanımaz, satardı.
Şimdi, 5 Kasım’da yapılan başkanlık seçimleriyle birlikte ABD’nin küresel ortakları ve müttefikleri yeni bir sıkışmışlıkla karşı karşıyalar. Donald Trump’ın seçimi kazanması ile birlikte “First America” sloganıyla ABD çıkarıyla çelişen her türlü ittifakı bozmaya aday bir yönetimin gelmesi söz konusu. Rusya ile anlaşarak Ukrayna savaşını sonlandıracağını ilan eden Trump’ın bir şekilde Çin’le de uzlaşıp, ona karşı ittifak ettiklerini yolda bırakmayacağını kim garanti edebilir?
Japonya’nın başbakan seçimlerinde ABD ve küresel siyaseti genellikle belirleyici olmuştur. Son ABD başkanlık seçiminde NATO’dan fazla hazzetmeyen, onu yük gören Trump’ın kazanması gerçeği karşısında, Asya NATO’su fikrinin savunucusu Shigeru İşhiba’nın başbakan seçilmesine ABD desteği sağlaması zor görünüyor.