Türkiye’deki askeri darbeler arasında emir komuta zincirinin mükemmelen işlediği darbe olmasının yanı sıra Soğuk Savaş döneminin de son darbesidir 12 Eylül. Ayrıca meydana gelen terör olaylarında çok fazla sayıda insanın hayatını kaybetmesinden dolayı da halkın gözünde meşruluğu en azından o dönem için sorgulanmayan bir darbedir.
12 Eylül’e doğru giden süreçte, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve aslında MGK üzerinden ordunun temel beklentisi, merkez sol ve sağı temsil eden iki büyük partinin ülke menfaati doğrultusunda uzlaşmalarıydı. Bu uzlaşma gerçekleşmediği için ekonomik ve siyasi krizler üstesinden gelinemez bir hal almaya başlamıştı. Evren bu durumu darbeye doğru giden sürecin en önemli unsuru olarak görüyordu. Bu durum bir yandan siyasetin ve siyasetçilerin işlevsiz hale geldiğini gösterirken diğer yandan buna bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik ve siyasi sorunlar karşısında halkın siyasetten beklentisinin de yok olmasına sebep oluyordu.
Evren, anılarında sıradan insanlardan bürokratlara ve hatta halihazırda milletvekili olan birçok kişinin yanına gelerek onları darbe yapmaya yönlendirecek konuşmalar yaptığını belirtir. İki büyük partinin birbirine olan zıt ve anlaşmaz tutumundan sık sık yakınan org. Kenan Evren, siyasi liderlerden birlik ve beraberlik beklentisi içinde olduğunu sık sık vurgular. “Bizim dileğimiz, bizi istemediğimiz yollara itmemenizdir. İki büyük parti anlaşıp problemleri halle başlarsa büyük bir ferahlık duyacağız. Onlardan bu fedakârlığı bekliyoruz ve bunu beklemek de hakkımızdır[1]” gibi ifadeler askeri mantığın nasıl işlediği ve siyasetin, iktidarı ve menfaati hedefleyen mantığından askeri bakış açısının ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Asker için vatan ve millet menfaatinin önceliği diğer birçok değişkenin dışarıda kalmasına ve onların arka plana atılmasına neden olabilir. Esas olan, vatanın savunması ve milletin güvenliğidir. Bu anlamda askerin bakışından, milletin ve devletin menfaati için aynı potada toplanamayan siyasetçileri anlamak mümkün değildir. Bu uzlaşmazlık ancak siyasi başıbozuklukla ve kişisel menfaatlerin ön plana çıkarılması şeklinde yorumlanır. Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken bir durum da darbe yapmayı kafasına koyan bazı askerlerin darbe yapmalarını meşru hale getirecek bir gerekçe arayışı içinde olmaları ve siyaseten gerçekleşme ihtimali olamayan beklenti içine girmeleridir. Bu örnekte olduğu gibi birbirine rakip iki siyasi partiden beklenen uzlaşma, dönemin gergin siyasi atmosferi ve partilerin siyasi geçmişlerini, ideolojik fay kırıklıklarını göz önüne alınınca çok da mümkün görünmüyor. Mümkün görünmemesinin anlaşılmaması da mümkün değil.
Askeri mantıkta, asker nasıl vatanın ve milletin menfaatlerini ön plana çıkaran bir perspektife sahipse aynısı sivil siyasetçiden de beklenir ve bu beklenti bir hak olarak görülür. Siyaset bir yandan iktidarı hedeflerken ve onu merkeze alıp işlerken aynı zamanda uzlaşmayı da dışarda bırakmayan bir mantığa ve işleyişe sahiptir. Ancak Türkiye’deki siyasi kültür, uzlaşmayı karşı tarafın kazancı ve kendi kaybı olarak yorumladığı için, ona sıcak bakmaz. 1970’li yılların uzlaşmaz siyasetini sadece siyasi liderlerle (Ecevit ve Demirel) açıklamak mümkün değildir aynı uzlaşmazlık koalisyon kurulduğu zaman Ecevit ve Erbakan için de geçerlidir. 1960 darbesine giden süreçte DP ve CHP arasındaki uzlaşmazlık da sadece Menderes ve İnönü ile açıklanamaz işin içine Bayar’ı da eklemek gerekir. Ancak bilindiği gibi burada darbeyi yapanlar siyasi uzlaşmazlıktan değil kurucu ilkelerden uzaklaşıldığı için darbe yapmaya niyetlendiklerini günlüklerinde yazmışlar ve bu, darbe için çok önemli bir gerekçe olmuştur. Uzlaşma kültürünün eksikliği Türkiye’de siyasi yelpazenin giderek sol ve sağ kanattaki siyasi parti proliferleşmesini (çoğalmasını) anlamanın odak noktası olarak görülebilir.
Siyasetçi ve siyaset bilim açısından süreç biraz daha farklı işler ve olay-durumlar daha farklı bir gözle değerlendirilir. Siyaset, iktidarı ele geçirmeye ve bu iktidarı öncelikli olarak kendi siyasi menfaatlerine uygun şekilde dağıtma üzerine kuruludur, her ne kadar ülke ve millet menfaatleri söylemi sık sık dile getirilse de. Bertrand Russel bu yüzden iktidarı, siyaset kurumu için insan vücudundaki kan dolaşımına benzetir. Kan dolaşımı nasıl insanı canlı tutuyorsa iktidar peşinde koşmak, ona sahip olmak da siyasetin can damarıdır. En küçük oy oranına sahip siyasi partilerin iktidarı ele geçirme, iktidar olma düşleri görme hevesinin arkasında bu motivasyonu görmek mümkündür. Bu bağlamda AP (Adalet Partisi) ya da CHP’nin birbirine zıt ve anlaşmaz tutumunu siyaset bilimi açısından anlamak mümkündür ve bu anlamlı olabilir oysa askeri mantık bireysel ya da parti menfaatleri gibi menfaatleri kendi paradigması çerçevesinde önceliklendirmediği için bu uzlaşmazlığı siyasi çürüme ya da bozulma olarak okuyabilir.
Asker ve siyasetçi arasındaki bu anlayış farklılığı, 1960 darbesi sonrasındaki uzlaşma beklentisini (AP+CHP koalisyonu) çok iyi açıklar. 1970’li yıllar boyunca AP ve CHP koalisyonu beklentisinin tüm sorunları çözeceğine dair askeri (en azından Evren’in anılarında sık sık dile getirdiği bu) beklentinin, nedeni de böylece anlaşılmış olunur. Aynı şekilde 12 Eylül sonrası sivil yönetime geçişin başlangıcı olan Kasım 1983 seçimlerine sadece üç partinin ve bunların da güdümlü sağ ve sol parti olacak şekilde sokulmasının hangi amaçla yapıldığı da böylece ortaya çıkmış olur. Küçük ve aşırı olarak tanımlanan partilerin baraj sistemi ile elenerek meclise girmesini engellemek ve böylece güçlü tek parti yönetimini hâkim kılmak.
12 Eylül’ü sadece siyasi uzlaşmazlığın bir sonucu olarak ortaya çıkan ekonomik ve siyasi krizlerle ve bunlarla harmanlandığı düşünülen artan terör vakalarıyla açıklamak yeterli mi? Bu sorunun cevabı eğer evet ise asker ve sivil arasındaki uzlaşma kültürü farklılığını ortaya koyan açıklamalarla 12 Eylül darbesini açıklamak yeterli. Cevap eğer hayır ise, ülke dışında meydana gelen değişmelerin de göz önünde bulundurulması gerekir. Öncelikle Soğuk Savaş döneminin son sıcak gelişmelerini ele almadan 12 Eylül’ü açıklamak da yeterli görünmemektedir.
[1] Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Gazetesi, 31 Ekim 1990. (Gazete arşivini bana emanet eden kıymetli Yusuf Ziya Oymak Bey’e çok teşekkür ederim).