Tevfik ERDEM
Tüm Yazıları27 Nisan e-bildirgesine (muhtırasına) doğru giden süreçte Ak Partinin ve onun genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yüklenilmesinin ana nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Ak Parti’nin desteklediği bir adayın seçilmesini engellemekti. Çünkü partinin sahip olduğu vekil sayısı adaylarının nihayetinde üçüncü turda seçilmesini sağlayacaktı. Bu sebeple bir yandan CHP lideri Deniz Baykal, Başbakan Erdoğan’a “Aday olma, Aday olma…” diye sesleniyordu ki sonunda Türkiye’de tatsız şeylerin olacağını ima ediyordu, diğer yandan da, YÖK başkanından Genel Kurmay Başkanına kadar oldukça geniş bir müesses nizam temsilcisi bloğun, bu adaylığa karşı olduğu davul ve zurnayla duyuruluyordu. Bu bloğun kendince haklı gerekçeleri de vardı, söz konusu partinin cumhuriyet değerlerine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına “özde” bağlı olmaması, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin geleceği için çok önemli bir tehdit olarak algılanıyordu. Ancak 28 Şubat sürecinden farklı olarak, partinin tek başına hükümet olması ve güçlü kamuoyu desteği doğrudan bir müdahaleyi meşru kılacak bir zemin oluşturmuyordu. 17 Mayıs 2006 tarihindeki Danıştay cinayeti, öncesinde Cumhuriyet Gazetesinin bombalanması, Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi vb. gibi olaylar adeta 28 Şubat öncesi Gazi Mahallesi olayları ve aczmendilerin sahneye çıkma sürecini andırıyordu. Yine 28 Şubat’tan farklı olarak Sincan’da yürütülen tankların yerini Tandoğan’a sürülen ‘silahsız kuvvetler’ almış görünüyordu. Tüm bunlara rağmen geri adım atmayan Ak Parti, Erdoğan’ı değil ama yine eşinin başörtülü olmasıyla aynı tartışmayı devam ettiren Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı adayı olarak gösteriyordu.
Jüristokrasi (Yargıçlar Yönetimi)
Pejoratif bir kullanımı ifade eden Jüristokrasi, demokrasinin henüz olgunlaşmadığı ülkelerde yüksek yargı kurumlarının üst pozisyonlarında yer alanların, kanunları kendi düşünce ve ideolojilerine göre yorumlamalarıyla ülke yönetimini etkilemelerini anlatır. Siyasi sorumluluğu bulunmayan, benzer ideoloji ve inanca sahip insanların uygulamalarından oluşan bu yargısal içtihat, hukukun tarafsızlık ilkesine tersliği bir yana demokrasi karşıtı ve azınlık bir grubun yönetimi etkilemesini ifade ettiği için oligarşi ile de ilişkilendirilir. Ancak yargıçların iktidarı kontrolleri altında bulundurmadıkları için bu nitelemenin oldukça zorlayıcı olduğu görülmelidir. Jüristokrasinin günlük siyasi dildeki kullanımı 28 Şubat ve 27 Nisan e-bildirge dönemine denk gelir çünkü bu dönemlerde Anaysa Mahkemesinin aldığı kararların tamamen siyasi kararlar olduğu görülür.
27 Nisan 2007 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçim öncesi “yeminli Ak Parti düşmanı[1]” emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu[2], cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılabilmesi için Meclis Genel Kurulu’nun üye tam sayısının üçte iki çoğunluğuyla toplanması gerektiğini belirtir. Seçim için yalnızca karar yetersayısı değil, toplantı yeter sayısı da üçte iki (yani 367) olmalıdır. Böylece Kanadoğlu, Ak Partinin tek başına sağlayamayacağı bir sayıyı seçimin yapılabilme şartı olarak ortaya koyuyordu. Ancak DYP ve ANAP milletvekillerinin mecliste bulunmaları durumunda Gül’ün üçüncü turda kazanması kaçınılmazdı. CHP, seçimi protesto edip girmeyeceğine göre, diğer iki parti başkanları ve vekillerin de girmeleri önlenmeliydi. Bir yandan Süleyman Demirel diğer yandan Emekli Genel Kurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın girişimleri ile bu iki partiye mensup vekillerin Meclis Genel Kurulu’na katılmaları engellenmişti: DYP’li 3 vekilden 2 fire, ANAP’lı 20 vekilden sadece 1 fire verilmişti. Ancak bu fireler de 367 sayısına ulaşmaya yetmiyordu. “Oysa toplantı yeter sayısı 367 değil, üye tam sayısının üçte biriydi (184), anayasaya göre (madde 96) böyleydi. Meclis böyle açılır, Ak Parti önce 367’yi bulamasa da sonraki turlarda Gül’ü Çankaya’ya çıkartacak çoğunluğu elde ederdi. İşte 367’nin amacı bu yolu kesmekti[3]”
27 Nisan 2007 tarihinde yapılan ilk tur oylamada Gül 357 oy alırken toplantıya-seçime katılma sayısının 367’ye ulaşmadığı, 361’de kaldığı görüldü. Kanadoğlu’nun attığı pası gole çevirmeye çalışan CHP aynı gün AYM’ye başvurarak seçimin iptalini istedi.
Seçimin iptali ve cumhurbaşkanını yeni oluşacak meclisin seçmesi hem ordu hem muhalefet hem de benzer blok üyeleri tarafından hararetle desteklenen bir görüştü. Çünkü yeni seçim 2002’de baraja takılan diğer sağ partilerin de parlamentoya girmelerini mümkün hale getireceği için Ak Parti’nin tekrar bu sayıya ulaşması tahmin edilmiyordu.
Anayasa Mahkemesi, seçimin yapılabilmesinin 367 toplantı yeter sayısı olduğuna karar verdiğinde, tartışmalı bir kurum haline gelmiş oluyordu. Çünkü tıpkı 1980 darbesine giden süreçte 115 tur yapılmasına rağmen seçilemeyen cumhurbaşkanı hikâyesini hatırlatan bir manzara ortaya çıkmış olacaktı. Ak Parti ne yaparsa yapsın adayını cumhurbaşkanı olarak seçemeyecekti. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, “sistemi tıkamış ve seçimi çözümsüz hale getirmiştir. Anayasanın uygulamada olduğu 1982’den bu yana hiçbir cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde yaşanmamış olan bu tartışma ve Anayasa Mahkemesinin bu kararı genel olarak hukukun siyasallaştığı, mahkemenin kendisini kanun koyucu olarak gördüğü, yetkisinde olmayan meclis kararlarını denetlemeye kalkıştığı, açıkça yetkilerini aştığı şeklinde geniş eleştiri ve tartışmalara yol açmıştır[4].” Daha önceki cumhurbaşkanlığı seçimlerine bakıldığında Özal’ın 263, Demirel’in 244, Sezer’in 330 oy alarak üçüncü turda seçildikleri görülmektedir. Daha önce aranmayan şartlar Ak Parti adayı için aranmıştır. Buradaki amacın son kaleyi (Çankaya’yı) eşi başörtülü olan ve özde cumhuriyet değerlerine bağlılığı konusunda kuşku duyulan bir adaya terk etmeme refleksidir.
Anayasa Mahkemesi bu kararı hızlıca verirken adeta “ensesinde boza pişiriliyordu.” Çünkü bir taraftan CHP lideri Baykal’ın, iptal kararı verilmezse kötü şeyler (darbe) olacağını ima eden açıklamaları bundan çok daha önemlisi ilk oylamanın yapıldığı günün gece yarısında Genelkurmay’ın sitesine düşen “e-bildiri”, seçimden iki gün sonra, ilki Ankara Tandoğan’da yapılan ‘silahsız kuvvetler’in İstanbul Çağlayan’da yaptığı miting vb. adeta Anayasa Mahkemesini belli bir yönde karar almak için zorluyor gibiydi. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu tür bir zorlamaya ihtiyacı olup olmadığı da gerçekte bu dönem için ayrı bir tartışma konusu.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin iptali ile Ak Partinin merkezden uzaklaştırılma girişimi, Ak Partiyi gerilen bir ok gibi hedefine daha hızlı bir biçimde ulaştırmaktan başka bir işe yaramadı. Ak Parti için bundan sonraki hedeflerden biri, cumhuriyet tarihi boyunca büyük krizleri üreten cumhurbaşkanı seçimini halka havale etmekti… Cumhuriyet mitingleri, 367 kararı, Özden Örnek Paşa’nın Nokta Dergisinde yayınlanan darbe günlüklerinin gölgesinde 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan seçimlerde, Ak Parti’nin oyları muhalefetin beklentisinin tersine (2002’deki %34’ten) %46.5’e yükselmiştir. CHP’nin oyu ise (%19’dan) %20’ye çıkmıştır. Ak Parti tek başına yine 367’ye ulaşamayacak bir vekil sayısına sahiptir ancak meclis dışındayken bu uygulamadan rahatsızlığını her fırsatta belirten MHP lideri Devlet Bahçeli, meclisteki oylamaya katılacaklarını ve kendi adaylarına oy vereceklerini belirtmiş böylece sorun çözülmüştür.
Demokrasi, demokratik faaliyet içinde bulunanların emek harcamalarını gerektirir, bir de toplumla empati kurmalarını. CHP’nin ve ortak hareket ettiği bloğun beklentisi, CHP’nin ve temsil ettiği bloğun mevcut iktidar partisi tarafından sadece muhatap alınması değil eşit pozisyonda görülerek onun onay ve rızasının olduğu bir cumhurbaşkanı adayı üzerinde uzlaşmaktı. Zaten bunun çeşitli uygulama örnekleri de vardı, asker marifetiyle ya da bizzat Genelkurmay başkanlarının cumhurbaşkanı olması alışıldık bir uygulama gibiydi, her ne kadar genelkurmay başkanı yerine onu dengeleyecek bir başka yüksek rütbeli komutan örneği olsa da. Emek harcamadan ve halkla empati kurmadan, zinde güçler aracılığıyla iktidar alanlarını belirleme çabalarının sonuç vermediğini CHP bu dönemde bir türlü anlayamadı, anlamak da istemedi bu yüzden söz konusu dönemler (28 Şubat’tan 27 Nisan’a) boyunca siyasetin merkezine başörtüsü, irtica ve laikçiliği koydu, bu siyaset tarzı toplumu bir fay kırığı gibi ikiye ayırırken CHP’ye oy olarak yansımadı. CHP’nin parti kimliği sorunu bu bağlamda eskisine oranla azalmış bir sorun gibi görünse de halen varlığını devam ettirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
____________________________
[1] Cemal, Hasan (2010) Türkiye’nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, İstanbul, s. 434
[2] Cemal 2010:436
[3] Cemal 2010:436
[4] Dursun, Davut (2018) Türkiye’nin Siyasal Hayatı, Beta, İstanbul, s. 346
Güncel Yazıları
“Onlara Ait Her Şeyi Tümüyle Yok Et… Hepsini Öldür” Tevrat: Yasanın Tekrarı (Tesniye)..
30 Ekim 2023
Almanların Nazi/Faşizm Sevdasının Faturasını Müslümanlar Ödemek Zorunda Mı?
27 Ekim 2023
“Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı”
20 Ekim 2023
Mutlak Kötülük ve Zorba Devlet
14 Ekim 2023
Öğrenilmiş Acziyet, “Aksa Tufanı” ve Şu Bizim Ezik Aydınımsılar
09 Ekim 2023
12 Eylül ve NATO (ya da ABD)
12 Eylül 2023
Bale ve Opera ile AK Parti’yi Terbiye Etmek
24 Ağustos 2023
Muhalefet Dağınık, Yerel Seçimler Çantada Keklik (mi?)
22 Ağustos 2023
Ekrem Nereye Koşuyor?
18 Ağustos 2023
CHP İçindeki Kaostan İyi Parti’nin Kendi Sahasında Top Çevirmesine
14 Ağustos 2023
Suç ve Ceza İlişkisizliği : Esenyurt Saldırısı ve Diğerleri
01 Ağustos 2023
Zihni Batının İşgalinde Olanların Arap Düşmanlığı
26 Temmuz 2023
Bir İşgal Operasyonu: 15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi
14 Temmuz 2023
Konser İptallerini Karşı Devrim Olarak Okumak
12 Temmuz 2023
CHP Kabuk Değiştirebilecek mi?
05 Temmuz 2023