6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş merkezli iki büyük deprem beraberinde büyük bir can kaybı ve yıkımı getirdi, Millet olarak başımız sağ olsun. Bu büyük yıkım 10 il ve 13.5 milyon nüfusu etkiledi. Bu zamana kadar depremlerde yaşanan en büyük can kaybı ve yıkımı yaptığı için de “asrın felaketi” olarak nitelendi.
Deprem sadece fiziksek bir yıkıma değil toplumsal bir yıkıma tahribata, örselenmeye (travmaya) sebep olduğu için de sosyolojik bir yöne sahip. Deprem insanların en yakınlarını kaybetmesine neden olurken diğer yandan ekonomik kayıp da gelecekle ilgili maddi ve manevi endişenin var olmasına neden oluyor. Deprem aynı zamanda kurumsal işleyişe dair sorgulama ve düzenlemeleri, devlet ve sivil toplum (kuruluşları-STK) ilişkisini yeniden düzenlediği için de sosyolojik bir değerlendirme kapsamına girer. Depreme müdahale konusunda yapılan eleştiriler ve tartışmalar bazen siyasi, etnik veya dini bir tartışmayı da başlatabilir ki bu depremin etkilediği coğrafi ve demografik kapsamın genişliğinden dolayı acil müdahale ile ilgili yorumlar bu tartışmanın uzun süreli olacağını gösteriyor.
Deprem sadece fiziksel bir yıkım değil bireysel ve toplumsal bir yıkım, tahribat örselenme de yapıyor derken aslında sosyoloji en çok da burada devreye giriyor. Çünkü deprem insanların günlük rutinlerini, olağan düzenlerini bozuyor. Sosyolojinin temel ilgi alanı bu toplumsal düzenin nasıl tesis edildiği ile ilgili olduğu için deprem sonrası toplumsal süreç tamamen sosyolojinin alanına giriyor.
Deprem sadece insanların değil grupların, toplulukların, kurumların ve nihayetinde devletin olağan işleyişini yani düzenini bozuyor. Buna yönelik daha önce alınmayan tedbirlerin fazlalığı da deprem gibi doğal bir afeti felakete dönüştürüyor. Ancak deprem öncesi söz konusu bölgede bir depremin gerçekleşeceği beklentisi ve buna yönelik tatbikat ve tedbirlerin yapıldığı görülüyor. Öyleyse neden acil müdahalede bu kadar geç kalındı, sorusunun cevabı deprem bölgesine yardım yapacak diğer ekiplerin bulunduğu bölge çalışanlarının da depreme maruz kalması ve müdahale ekibinin de depremzede olması şeklinde yorumlanıyor.
Depreme geç müdahale edildi ya da depremin kaçıncı günü hala müdahale edilmeyen binalar var, eleştirisi haklı olabilir ancak burada da yine maalesef depremin geniş etki alanı ve bu alana müdahale edebilecek yeterli arama kurtarma ekibinin olmayışı sebep olarak gösteriliyor. Bu geçerli bir mazeret olabilir mi?
Afet uzmanları bir binanın enkazına müdahale edecek ekip sayısını 30 kişi olarak öngörüyor ve bunu 3 vardiya çalışacak şekilde hesap ediyor. Kahramanmaraş depreminde yıkılan bina sayısı 6000 den fazla her bir bina için 30 kişilik tek ekip (öngörüldüğü gibi üç değil) düşünüldüğünde acil müdahale edecek ekip sayısının 180 000 kişi olması gerektiği görülüyor. Bu sayıya diğer lojistik hizmeti sunacak kişiler de eklendiğinde hiçbir ülkenin tek başına bu sayıyla bu kadar hızlı biçimde müdahale edebilmesi mümkün görünmüyor. Bu gerekçe de afeti bir felakete çeviriyor. Asrın felaketi denmesinin asıl sebebi de bu.
Deprem bölgesinde şahit olunan birçok vaka, görüntü kurumsal işleyişin çok ciddi biçimde sorgulanmasına neden olacaktır. Bu tür afetlerin kamu kurumlarının kendi kendilerini de sorgulamalarına ve değiştirmelerine neden olur. Örneğin, 1999 Gölcük depreminde devletin geç ve STK’ların hızlı müdahalesi, devlete, kamu kurumlarına yönelik eleştirilere neden oldu. Ancak 17 Ağustos 1999 depreminden üç ay sonra 12 Kasım Düzce-Kaynaşlı merkezli depremde kamu kurumları bu eksikliklerini kapattılar. Peki bu depremde niye böyle olmadı, sorusunun cevabı iki büyük depremin aynı anda gerçekleşmesi ile coğrafi ve demografik büyüklükle açıklanabilir. Tabii ki bu işini iyi yapmayanları, tüm performansını ortaya koyamayanları aklamak değil. Bunlar da elbette ki sorgulanacaktır.
Depremin açığa çıkardığı enerji o kadar büyük ki, sürekli atom bombası vb. ile ölçülüyor. Ancak sosyolojik açıdan bakıldığında aynı şey toplum için de geçerli depremin açığa çıkardığı enerjinin benzeri toplumda ortaya çıktı. 7’den 70’e herkes kenetlendi, insanlar yollara döküldü, deprem bölgesine bir yardım seli aktı. Gidemeyenler hızla yardım organizasyonları yaptılar. Kamu kurumları, STK’lar, belediyeler, herkes adeta adı konulmayan bir seferberlik içindeydi. İnsanlar hiç tanımadıkları tanıyamayacakları, kim olduğunu, hangi mezhepten, hangi etnik kökenden, hangi siyasi görüşten… olduğunu bilmedikleri ve bunu hiç de umursamadıkları bir sürecin içine girdiler, bunları hiç düşünmeden yardım toplamaya ve yardım yapmaya başladılar. İnsanları hiç tanımadığı biriyle aynı acıyı paylaşmaya iten elbette ki insani bir duygu ancak bu insani duygu örneğin yurtdışında başka bir ülkede meydana geldiği zaman bu kadar derinden mi hissediliyor? Elbette ki bir üzüntü hissedilip yardım yapılıyor ancak burada üzüntünün derinliği ve yardımın miktarının yanında sürekliliği de dikkat çekiyor. Çünkü biz yardım yaparken insanlık dünyasına değil kendi ailemizden birine, kendimizden bir parçaya yardım yaptığımızı düşünüyoruz. Bizde bıraktığı iz, açtığı yara o kadar derin ki bu yarayı telafi etmek için çifte yiyoruz, kamçı yiyoruz adam aldırma da geç git diyemiyoruz. O kanayan yarayı topladığımız yardımla, gönderdiğimiz parayla, enkazdan kurtarmaya çalıştığımız bir canla, kurtarma ekibine verdiğimiz bir bardak suyla… iyileştirmek istiyoruz. Çünkü biz büyük bir aileyiz. Zenginimiz fakirimiz, Türk’ümüz Kürd’ümüz, Çerkes’imiz, Arnavut’umuz, sünnimiz, alevimiz, kentlimiz köylümüz… Biz büyük bir milletiz.
Depremler binaları yıkarken bizim dayanışma ağlarımızı, millet olma bilincimizi pekiştiriyor. Bu bilinç ve ruh hali bizi tarih boyunca karşılaştığımız bütün felaketler karşısında dayanıklı kılıyor. Her acıdan, afetten, felaketten hem ders çıkarıyor hem de daha güçlü biçimde çıkıyoruz. Çünkü acı bizi birbirimize bağlıyor, ayrılıklarımızı unutturuyor, birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu gösteriyor biz bir olunca bizi hiçbir şeyin yıkmayacağını gösteriyor. Biz aynı evin ferdi, aynı ailenin bir parçasıyız yeter ki bu süreçte hanemizden kapımızın kilidini açmaya çalışanlar olmasın.