Siyasi kültürümüzde 1960 darbesi kadar, gerçekleştirenlerin beklentilerinin ötesinde ve karşısında iz bırakan bir vaka daha yoktur. Demokrasiyi kesintiye uğrattığı iddiasıyla, hükümeti alaşağı edilen dönemin başbakanının ve yanında dış işleri ve maliye bakanlarının idam edilmesiyle sonuçlanan darbe, belki de her 27 Mayıs’ta Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamlarının anılması yüzünden adeta Türk siyasi kültürünün demokratik ayinine dönüşür. Darbe sonrası yargılama ve idamların gerçekleştirildiği Yassıada’nın yeni tasarımıyla artık “demokrasi ve özgürlük adası” olarak anılmasının sebebi de böylece daha iyi anlaşılır.
Demokrasinin temel özelliği, iktidarın kan dökülmeden el değiştirmesidir. 27 Mayıs 1960 darbesi, darbeyi gerçekleştirenlerin dediği gibi, demokrasiyi korumak, demokrasiyi yok etmek isteyen bir diktatörlüğü sona erdirmek amacıyla mı yapıldı? Görünen gerekçe bu olabilir ancak görünenin arkasında yatan birkaç sebebin de göz önünde bulundurulması gerekir. Bu sebeplere geçmeden önce, bir yıl öne alınan 1957 seçimleriyle birlikte, DP’nin zaten oylarının azaldığını hesaba katmak gerekir. Hatta biraz daha ileri bir yorumla, darbe yapılmamış olsaydı belki de DP, iktidarı demokratik yollarla muhalefete teslim etmiş olacaktı. Ancak CHP’nin üç seçim boyunca iktidarı elde edememesi, demokratik bir seçimle iktidara gelemeyeceklerine dair bir inanç oluşturmuştu ve bu yüzden de 1958’de Irak’ta gerçekleşen bir ihtilalin kendi ülkelerinde de olmasını bekliyor ve orduya yeşil ışık yakıyorlardı. Açıktır ki, 1950 ve 1954 seçimleriyle mukayese edilemeyecek düzeyde oylarını arttırmışlardı. 1961’de yapılacak bir seçimde CHP oylarının daha da artması mümkün görünüyordu.
1960 darbesi demokrasiyi koruma amacıyla mı yapıldı, sorusuna tekrar dönülürse, sorunun cevabı zahirde evettir. Ancak darbenin arkasında batıcı bürokratik ve askeri merkezi temsil eden elitle, muhafazakâr, kırsal eliti temsil eden çevre eliti arasındaki mücadelenin olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Kökleri milli mücadele yıllarında, (T)BMM’deki Birinci ve İkinci Gruba kadar götürülen bu iki grup arasındaki mücadele 1950 yılına kadar çeşitli demokratik deneme ve kesintilerle (TCF ve SCF) birlikte 14 Mayıs 1950 yılına kadar Batıcı bürokratik ve askeri eliti (merkezi) temsil eden grubun zaferi ile sürmüştür. 1950 sonrası ise, muhafazakâr kırsal çevre eliti, merkezi ele geçirmiş ve merkezin sahibi olmak istemiştir. Tabii bu sınıflamayı Weber’ci anlamda bir ideal tip olarak görmek lazım yoksa muhtemelen okuyucu, Bayar’ı hangi çevreye koydunuz diye eleştiri getirebilir. Nitekim hayatı boyunca hiçbir zaman parti değiştirmeyip, ittihatçı kimliğiyle bürokratik batıcı elitin temsilcisi olan birini muhafazakâr çevre içinde değerlendirmek tüm teorinin çöpe atılmasına sebep olur.
Bürokratik elite rağmen merkezi eline geçiren toprak sahibi kırsal elitin mükemmel temsilcisi Menderes’in bir cezalandırılma biçimi olarak idamı, batıcı bürokratik merkezin muhafazakâr çevre elitine verdiği müthiş bir mesajdır. Bu mesaj ona kendi sınıfsal pozisyonunu öğretmek ve merkezden uzak durması anlamına gelen bir mesajdır ancak, demokrasilerde mesajın ne olduğunu ve nasıl okunması gerektiğini belirleyenler sadece oy veren halktır ve merkezin verdiği mesajın halktaki yansıması 1961’de darbeyi gerçekleştirenlerin iletmek istediği mesaj değildir.
Darbe, demokrasiyi koruma amacıyla mı yapıldı sorusuna tekrar dönüldüğünde, darbenin yapılma gerekçesinin bu şekilde açıklanmasının darbeyi meşrulaştırdığı gibi kendisine karşı darbe yapılan DP’yi de iki şekilde suçlamaya zemin hazırladığı açıktır: 1- DP demokrasiyi ortadan kaldıran totaliter bir rejime doğru evrilerek demokrasiden sapmıştır. Dolayısıyla yola getirilmesi gerekmektedir. Bu yüzden darbe demokrasiyi kurtarmak için yapılmıştır. 2- DP, demokrasiden saparak darbeye zemin hazırlayıp, orduyu siyasete karıştırdığı için siyasi kültürümüzde ayrı bir “ilk günah”ın müsebbibidir. Türkiye Cumhuriyetinde darbelerin ortaya çıkmasına sebep olduğu için ayrıca suçludur.
Batıcı bürokratik merkezin siyasi tarihimizdeki üyelerinin önemli bir kısmı da askerlerdir. Askerler modernleşme tarihimizin önemli bir aktörü olarak özgün bir yere sahiptirler. 1960 darbesine giden yolda askerlerin ekonomik durumlarının kötüleşmesi, mesleki statülerinin itibar kaybına uğraması darbeye giden yolda önemli bir etken olarak yorumlanır. Özellikle 1958 yılında alınan sert ekonomik tedbirlerin bürokratik (asker-memur) kesimde, artan enflasyonun etkisiyle alım güçlerinin giderek daha fazla azalmasına neden olmuştur. Darbe bu yüzden sınıfsal bir rahatsızlığın da dile getirilmesi olarak okunabilir. Elbette ki tek sebep bu değildir ancak tetikleyici etkenlerden biri olarak okunabilir.
27 Mayıs darbesinde Ali Fuat Başgil’in tabiriyle “Moskova tarzı laik” ve batıcı üniversite hocalarının muhafazakâr çevreye karşı kinlerinin etkisini de göz önünde bulundurmak gerekir. Eğer üniversite hocaları 26-28 Nisan’da İstanbul’da, 5 Mayıs’ta Ankara’da CHP teşkilatlarıyla birlikte gençleri üniversitelerde ve sokaklarda eylemlere sürüklememiş olsaydı, Harp Okulu öğrencileri de kendilerinde “sessiz yürüyüş” için 21 Mayıs’ta cesaret bulamayacaklardı. Bu öğrenci eylemlerinin her biri darbeye doğru giden yoldaki engelleri ortadan kaldıran provalardır.
27 Mayıs darbesini batıcı bürokratik elitin, merkezi, kaptırdığı çevreden geri alma girişimi olarak okumak bu yüzden mümkün gibi. Ancak bu merkez ve çevre diyalektiği tüm darbe ve darbe girişimlerini açıklayacak bir kavram seti değil zira Türkiye artık farklı merkez ve farklı çevrelerin yer aldığı büyük bir değişim ve dönüşüm süreci yaşadı. Ancak tüm bunlara rağmen bürokratik merkez olarak tanımlanan Batıcı çevrelerin beslendiği kaynak değişmedi. Bu sebeple Türkiye’deki darbeleri sadece iç değişkenlerle açıklamak çok yeterli olmuyor. Bu izah 1960 darbesi için ne kadar geçerliyse 15 Temmuz darbe girişimi için de o kadar geçerli.