Amerika’nın Kürtlere Yönelik Dış Politikasındaki Altı Aşama: III
Amerika’nın Kürtlere yönelik politikası, öncelikle Irak’taki Kürtlere sonra da PKK dolayısıyla Türkiye’deki Kürtlere; 2011 yılından sonra Suriye’deki iç savaş sonrasında ise, Suriye’deki Kürtlere (burada da daha çok PKK’nın Suriye kolu YPG üzerindeki Kürtlere) yöneliktir. Birinci Dünya Savaşı sonrası ABD başkanı Wilson’un meşhur ‘on dört’ ilkesinden on ikincisi ile başlayan Amerika’nın Kürtlere yönelik politikası, 1970’li yıllarda Saddam’a karşı önce desteklenen sonra da yüzüstü bırakılan Kürtlerle devam eder. Üçüncü aşamada Kürtler, birinci Irak işgali (1991) ile birlikte nefes almaya ama ikinci işgal ile birlikte de 2003 sonrasında Kuzey Irak’ta esas olarak KDP ile özerk bir yapı oluşturmaya başlarlar. PKK ise 36. Paralelin kuzeyinde ABD güçleri (Çekiç Güç) tarafından doğrudan ve dolaylı olarak desteklenen, onaylanan bir lojistik ve psikolojik destek ve güçlenme dönemi yaşar. Üçüncü evre, 1991’de Körfez Savaşı ile başlayıp, Kuzey Irak’taki iyi Kürtler için Kürdistan bölgesel yönetiminin yaratılmasıyla sona erer.
Dördüncü aşama
ABD’nin Kürtlere yönelik dış politikasının dördüncü aşaması, ABD’nin Saddam Hüseyin’e karşı savaşı ile Mart 2003’de başladı ve onun gücünü ortadan kaldırdığı 2011’e kadar devam etti. Amerikan saldırısı 20 Mart 2003’de başladığında üç haftada Saddam rejimi devrildi. Bu dönem Gunter’e göre (2011:100), fiilen Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) ile ABD arasındaki ittifak dönemi olarak adlandırılır. Truman Doktrininin ilk yayınlandığı 1947’den beri ABD ve Türkiye, güçlü stratejik müttefikti ve Türkiye Kürt kimliğini tanımıyordu. ABD’nin Türkiye’nin stratejik müttefiki olması ve Türkiye’nin Kürt kimliğini tanımaması Kürt devletinin kurulamamasının ana sebepleridir. ABD her ne kadar Kürt hakları düşüncesine sözde bağlılık gösterse de, Kürt sorununda NATO müttefiki Türkiye’nin tarafını tutmuştur.
Gerçekte ise bu dönemde ABD geçmişten daha farklı bir politika izliyor görünür. Saddam sonrası kurulan Irak’ın Cumhurbaşkanı bir Kürt’tür (Celal Talabani). Ayrıca ABD “Bağdat’ın kontrolü dışında bir ordu kurmasını ve petrol gelirlerinden de önemli oranda pay almasını sağladı. ABD desteğini arkasına alan Barzani ve Talabani ise artık daha cesur çıkışlar yaparak, gerektiğinde Türkiye’ye bile kafa tutarak, PKK’lıları kollamaya ve bağımsızlığın her Kürdün hayali olduğunu söylemeye başladılar. Anlaşılan o ki, Iraklı Kürt liderler Amerikan desteğinin bu sefer kalıcı olacağına iyice ikna olmuşlardı[1]”.
Bu aşamada Obama yönetimi, Irak yönetimi ile Irak Kürtleri arasındaki ihtilaflı konularda aracılık yapacağı sözünü verir ve Kürtlere destek olur. Örneğin, petrol zengini Kerkük sorununun çözümü bunlardan biridir.
2011’de Obama yönetimi döneminde ABD Irak’tan çekilir. Bu yıllar Ortadoğu’da nisbi olarak suların durulduğu yıllardır, 2009’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “her şey güzel olacak” sözüyle başlayan önce “Kürt açılımı” sonra “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi” sonrasında “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan sürecin başlaması Türkiye’nin iyi Kürtler olarak Barzani’ni ile olan ilişkilerin de geliştiği yıllardır. Ak Parti kongrelerine Mesut Barzani’nin katılması, Kuzey Irak petrolünün Türkiye aracılığı ile satılarak ilişkilerin ekonomik olarak geliştirilmesinin hedeflenmesi ilişkilere yeni boyut kazanmıştı. Yine yasaklı şarkıcı Kürt Pavorotti’si olarak namlanan Şivan Perwer’in 37 yıl sonra Türkiye’ye gelip, 2013 tarihinde Diyarbakır’da yapılan toplu açılış töreninde Erdoğan’ın solunda, Mesut Barzani’nin ise sağında durması Türkiye’de köprünün altına çok suların geçtiğinin işaretiydi. Ancak bu maya maalesef tutmayacaktı.
Beşinci Aşama
ABD’nin Kürtlere yönelik izlediği beşinci aşama kötü Kürtler olarak tanımlanan PKK ile ilgilidir. Günter’e göre (103), her ne kadar Türkiye, İnsan Hakları Raporlarında eleştirilse de, ABD, PKK’yı terörist örgüt olarak tanımlar çünkü korucular, devlet memurları vb. PKK tarafından öldürülür. PKK Kürtlerin çoğu tarafından desteklenmez. PKK fark gözetmeksizin (kadın-bebek) kendi insanlarını öldürür. ABD’li yetkililer PKK’nın cinayetlerini, uyuşturucu trafiğini, soygun ve yasadışı göçmen göçmen kaçakçılığı yapmayı da içeren kalın bir sicil dosyası olduğunu bilirler çünkü bu dosyayı kendileri hazırlaışlardır. PKK, ABD’nin terörist organizasyonlar listesinde 1997 yılından beri olmasına rağmen KDP ya da KYB bu listede yoktur. ABD’nin Kürt sorununda Türkiye’ye verdiği destek terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında resmedilmiştir. Türkiye Öcalan’ı sınır dışı etmesi için 1988 Ekim’inde Suriye’yi zorlayınca, ABD durumla alakalı bir mektup Suriye’ye göndererek Türkiye’yi savunmuştur. Rusya ve İtalya’da kendisine sempatiyle yaklaşılması ile Öcalan askeri yenilgisini AB ile politik bir başarıya dönüştürebilecek gibi göründü (Gunter 2011:103). Her ne kadar İtalya ve Almanya gibi Avrupa ülkeleri için Öcalan sempatik görünse de ABD Öcalan’ın terörist olduğunu güçlü biçimde ilan etti. Günter’e göre ABD aynı zamanda İtalya’ya onu herhangi bir devlete PKK liderine barınma ve görüşme platformu sağlaması yerine Türkiye’de yargılanması amacıyla suçlu olarak gördüğü Öcalan’ı iade etmesi için baskı yaptı.
ABD Dışişleri Bakanlığı, “bir suçluyu uluslararası platformda, kendi görüşlerini açıklaması veya suçlu davranışlarını temize çıkarması için yer verilmesi ABD usulüne uygun değildir” diye açıklama yaptı. Bakanlık devamla “Kimse bizim Öcalan’ın bir terörist olduğu ve suçları yüzünden adalete teslim edilmesi gerektiği görüşümüzden şüphe etmemelidir” diyerek teröre karşı olduğunu açıkladı (Gunter 2011:103).
Öcalan çaresizce Yunanlıların kendisi için bir önceki yaz ABD tarafından bombalanmış olan Kenya’daki Nairobi elçiliğine almalarına izin verdi. Bu noktada ABD Öcalan’ın yerini belirleyen Türkiye’ye teknik destek vermesiyle son evre tamamlandı ve Öcalan Türkiye’ye teslim edildi (16 Şubat 1999).
ABD’nin 2003 yılında Saddam’ı devirme savaşı Türkiye ile gerginliğe yol açsa bile, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi (KBY) sınırları içinde yer alan Kandil dağlarına yerleşmiş PKK konusunda desteğe devam etti. 2007-2008 yıllarında Türkiye PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta askeri operasyonlar yaptı.
Türkler-Kürtler ve ABD
Aslında Kürt kimliğini tanımama anlamında bu kimliğe karşı çıkma düşüncesi, Türkiye siyasetinde farklı görüşlerle ortaya konup, kamusal bir tartışma konusu olmuştur. Örneğin Mesut Yılmaz, merkez sağ siyasetin önemli bir ismi ve başbakan yardımcısı olarak gittiği Diyarbakır’da (1999) Avrupa Birliği’ne giden yolun Diyarbakır’dan geçtiğini söyleyerek aslında Kürt kimliğinin Ankara tarafından tanındığı/meşruiyete sahip olduğuna dair bir gönderme yapıyordu, her ne kadar doğrudan Kürt ismi geçmese bile. “Adına ister Güneydoğu meselesi ister Kürt meselesi deyin”, derken de Mesut Yılmaz aynı tartışmaya gönderme yapmaktaydı ama bu kez Kürt adını kullanarak.
ABD ile Kürtler arasındaki sıcak ilişkiler ilk Irak işgalinde değil ikinci Irak işgalinde gelişir, Kürtler artık Saddam karşısında gönüllü savaşçılardır. ABD’nin Kürtlerle olan ilişkileri gelişirken Türkiye ile olan ilişkilerinde de bir soğukluk başlar. Bunun çeşitli nedenleri vardır. İlk olarak 1 Mart 2003 tarihli tezkerenin TBMM’den geçmemesi sonrasında Irak’a yönelik Türkiye’den bir cephe açılmaması ilişkileri geren ilk olaydır. İkinci olarak, Türk devletinin Irak’a yönelik askeri operasyonları da ABD’nin garantörlüğündeki Kürtleri dolaylı olarak da bölgedeki Amerikan gücünü-etkisini sarstığı için ABD’yi rahatsız eden ikinci durumdu. Irak’a yönelik yaptırımlar konusu da ABD Türkiye ilişkilerini geren üçüncü gelişmeydi. Bu yaptırımlar 2000’li yıllara kadar sürdü ve Türkiye’nin 30 milyar dolarlık ihracat kaybına neden oldu.
Amerika’nın Kuzey Irak’taki Kürtlerle ilişkileri giderek gelişirken tam tersine Türklerle olan ilişkileri bozulmaya başlar. Bunun bir örneği, Türkiye’de “Çuval olayı” olarak bilinen 11 özel kuvvet personelinin (komandoların) tutuklanmasıdır ki Gunter bu askerlerin, tutuklanma gerekçesini, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimini istikrarsızlaştırmak şeklinde açıklamaktadır (!) Türkler için bu durum, NATO kurulduğundan beri yaşanan en büyük güven kriziydi. Bu durum Kürtleri, istenmeyen Türk müdahalesinden Amerikalıların gönüllü olarak korumasını resmediyordu. Dahası, Washington Türklerin PKK konusundaki çözüm önerilerini reddediyordu: Türkiye ABD’den ya PKK’lı teröristlerin (makalede ‘guerrillas’ olarak geçiyor, s.101) Türkiye sınırında bulunmalarına son vermesini ya da Türk ordusuna müdahale için izin vermesini bekliyordu. Önceden Türk ordusu Kuzey Irak’a PKK’lılara müdahale etmek için herhangi bir zamanda girebiliyordu oysa şimdi bu ABD yüzünden gerçekleşemiyordu.
Altıncı Aşama: Terörist PKK’dan Özgürlük Savaşçısı (!) YPG’ye
Altıncı Aşama ABD’nin Ortadoğu’da Kürtlere yönelik yeni bir ilişki biçimi geliştirmesiyle kendini gösterdi. Tıpkı dördüncü aşamada iyi-Kürtlerin temsilcisi Barzani’nin beklediği bağımsızlık referandumunda (25 Eylül 2017) ABD’den beklediği desteği bulamaması gibi altıncı aşama da YPG Suriye’nin Kuzeyinde özgürleştirilmiş kantonlarının meyvelerinden oluşan yapıyı ham halindeyken ABD’nin kendisini yarı yolda bırakmasıyla ilgiliydi.
YPG, ABD için terör örgütü DEAŞ’la mücadelede oldukça önemli bir araçtı. DEAŞ için ise ABD, Türkiye, Esad rejimi ve Rusya karşısında sığınabileceği tek kaleydi. 19702ler tekrar cereyan ediyordu. Bu kez Rusya’nın desteklediği Irak’ın yerini Suriye almış, Barzani’nin yerini ise YPG almıştı. ABD, DEAŞ ile mücadelesinde YPG’ye elinden gelen desteği verdi. KCK’nın Suriye kolu olan YPG’nin PKK’nın kardeşi bir terörist örgüt olduğu, Suriye’de işgal ettiği topraklarda insanlara her türlü işkenceyi, zulmü yapan bir örgüt olmasına rağmen DEAŞ’ın ürettiği işkence ve zulüm algısı karşısında daima ikinci planda kalan örgüt oldu. Hatta Batı medyasının gözünde şeytanlaştırılan DEAŞ karşısında korkusuzca mücadele eden özgürlük savaşçıları olarak tanıtıldılar. Batılı gönüllülerin bu özgürlük savaşçılarının yanında medeniyetin en büyük düşmanı ve tehdidi olan İslamcı savaşçılara (DEAŞ militanlarına) karşı mücadeleleri sosyal medyada çok sık yer aldı. 11 Eylül kâbusu ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde el-Kaide’den DEAŞ’a kadar birçok saldırıda sivillerin hayatını kaybetmesi bu örgüte karşı mücadele eden insanlara yönelik farklı bir algı oluşturdu. YPG bu algıyı kendi kadın örgütlenmesi olan YPJ birlikleriyle iyice cilaladı. Bu kadınlar, DEAŞ’ın seks kölesi olarak kullandığı (başta Sincar’la anılan Yezidi) kadınları, çarşaf giymeye zorladığı kadınları özgürleştiriyorlar ve medeniyeti tehdit eden arkaik savaşçılara karşı mücadele veriyorlardı. Bu yüzden Batılı medya bunları daha farklı görüyor ve övgüye değer bir gözle bakıyordu. DEAŞ’ın elinde bulunan bölgeler ABD’nin hava ve asker desteğiyle YPG’nin eline geçtiğinde DEAŞ’ın yaptığından farklı olmayan uygulamalar YPG’liler tarafından yapılmaya başlandı ancak bunlar dünya medyasında hiçbir zaman ses getirmedi. Örneğin YPG kontrolündeki hapishanelerde ve kamplarda binlerce DEAŞ’lı savaşçının karısı ve çocukları var ve burada sistematik biçimde tecavüzlerin olduğu, sadece el Hol kampında 2019’un ilk 8 ayında 235 (bazıları bunu 300 olarak açıklıyor) bebeğin öldüğü, açlık ve hastalıktan ölümlerin bu kamplarda sıradanlaştığı insan hakları gözlemcileri tarafından belirtiliyor. YPG’nin bu karanlık yönü hiç görülmüyor çünkü Batı medyası tarafından şeytanlaştırılan DEAŞ’la mücadele ediyor.
Barış Pınarı Harekâtı (9 Ekim 2019)
Türkiye Suriye sınırında PKK/YPG’nin oldubittiye dayalı bir devlet hayalini Barış Pınarı Harekâtı ile sona erdirme kararı aldığında, YPG ABD’nin veya diğer sırtını dayadığı güçlerin buna izin vermeyeceğini düşünüyordu, çünkü onlar ABD ya da Avrupa gibi güçlerin her dediğini yapmış, özellikle de ABD adına savaşmıştı. Buna rağmen Türkiye operasyona başladığında ABD operasyonu onaylamama dışında ses çıkarmadı. Türkiye’ye yönelik cılız yaptırımlar ise çok büyük bir etki uyandırmadı.
Operasyon sonrası ABD tarafından yüzüstü bırakılan kötü Kürtler olarak YPG, ABD’nin bölgeyi terk etmesi karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. BM’nin Cenevre’deki binası önünde göstericiden Suriye’nin Kuzeyindeki YPG’lilere kadar bu hayal kırıklığını yansıtan dil şuydu: “Türk ordusunun saldırısı yüzünden insanlık düşmanı İŞİD’liler serbest kalacak, bundan sonra sadece Amerikalılar değil Avrupalılar da tehdit altındadır.” “Serbest kalan cihadçı barbarlar, cihadçı barbarlara karşı mücadele eden özgürlük savaşçıları”, “Rojava devriminin kazanımlarının sürdürülmesi”, gibi ifadeler adeta tüm insanlık adına mücadele etme iddiasını dile getiren YPG ve destekçilerinin büyük hayal kırıklığını ifade ediyordu.
ABD daha doğrusu başkan Trump, Kürtlere bölgeden çekilme önerisi yapıp, Türkiye’den de 120 saatlik operasyona ara verme talebinde bulunurken, bir yandan YPG’yi hüsrana uğratırken diğer yandan Türkiye’ye de ekonomik yaptırım tehdidinde bulunuyordu. YPG’nin şikâyetleri karşısında ise, “Kürtlere dörtyüz yıl boyunca kalacağımızı söylemedik” demekte, ABD Savunma Bakanı Esper, Suriye konusunda, “Kürtleri (YPG) uzun süredir NATO müttefiki olan Türkiye’den savunma yükümlülüğümüz yoktu” diyerek terör örgütü YPG’yi Türk ordusu karşısında savunmayacaklarını açıkça dile getirmekteydi. Üst düzey ABD’li bir yetkili “Kürtlere hiçbir zaman sizi ABD’ye karşı korumak için askeri güç kullanacağımızı söylemedik” derken de tarihin tekerrür ettiği görülüyordu. Aslında kötü Kürtlerden iyi Kürtlere evrilen YPGPKK’nın bu hayal kırıklığı, bağımsızlık ilanı için referandum yapan öz iyi Kürtlerden olan Mesud Barzani’ye destek çıkmadığı 25 Eylül 2017’de bir kere daha yaşanmıştı.
Aslında daha operasyon öncesi yapılan açıklamalar Trump’ın izleyeceği politikaya dair bir işaret veriyordu: “Kürtlere bizimle beraber savaşması için muazzam paralar verdik” (7 Ekim 2019). Savaşması için kendisine verilen 30 bin tır silah ve Trump’ın açıklamasıyla muazzam para. Kissenger’ın sözüyle örtülü operasyonlar hayır işi değil, bu para ve silahlar aracılığıyla İsrail’in güvenliği için tehdit oluşturacak bölge ülkeleri arasında daimi bir çatışmayı paravan bir örgüte meşru zemin sunarak ancak ona da sadece işine geldiği kadar hareket alanı bırakarak bunu yapmak, işte ABD’nin bölgede izlediği politika bu. Tıpkı 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiltere’nin yaptığı gibi Kürtleri özerklik-devlet kurma konusunda heveslendir, etrafındaki devletlerle çatıştır sonra da üçüncü güçler senin istediğin gibi hareket edince de Kürtleri yüzüstü bırak.
Kaynak
Gunter, Michael (2011) “The Five Stages of American Foreign Policy towards the Kurds”, Insight Turkey, vol. 13/no:2, pp.93-106.
[1] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/amerikanin-kurt-politikasi-bir-varmis-bir-yokmus (Erol Kurubaş) (erişim tarihi:4.11.2019)