Taliban’ın Afganistan’daki ilerleyişi başkent Kabil’i ele geçirmesiyle neticelendikten sonra yerli-yabancı tüm medya, dünyanın adeta Çin kaynaklı Covid-19’dan daha tehlikeli bir tehditle karşı karşıya kaldığını imleyen/ima eden bir enformasyona başladılar. Bu algı, 11 Eylül saldırıları için terör örgütlerine lojistik destek sunduğu iddia edilen bir ülke ve onunla özdeşleşen yeni şeytani-yeşil tehdidin (Taliban) ortadan kaldırılma süreciyle ilgilidir. Görünüşe göre Afganistan’a medeniyet götürerek istikrarı sağlamaya çalışan Amerikan yönetiminin bölgeyi terk etmesi, ülkeyi yeni bir kaosla başbaşa bırakıyor. ABD’nin 2001 saldırılarına tepki olarak aynı yıl içinde Taliban yönetimine son veren işgalinin amacı: “Afganistan'ın terör operasyonlarının üssü olarak kullanılmasını engellemek ve Taliban rejiminin askeri kapasitesine saldırmak[1]”tı. Bu saldırı dünyanın en güçlü ve zengin Birinci Dünya Ülkesi’nin dünyanın en yoksul Dördüncü Dünya Ülkesi’ne açtığı savaş olarak anıldı. Amerika’nın Afganistan’da bombalamadığı yer kalmadı, sadece savaşçılar değil yüzbinlerce sivil Afgan hayatını kaybetti. Bugün dünyada en fazla sakat insanın yaşadığı bir ülke Afganistan ve bunda ABD’nin hatırı sayılır bir payı var. Ancak TV haberlerini seyrettiğimizde ve gazeteleri okuduğumuzda Afganistan için asıl tehdit unutulmamalı: Taliban(!)
Amerikan askerlerinin sadece Afganistan’da değil Irak ve Suriye’de de sivil insanları hiçbir gerekçe göstermeksizin hatta bazen zevk için öldürdüğü, işkence yaptığı, tecavüzlerin vaka-i adiyeden sayıldığı bir süreci bölge halklarına yaşattığı biliniyor. Ancak tüm bunlara rağmen bilinen bir gerçek de, bugün Afganistan’da ABD’nin hâlâ kendisinden medet umulan bir ülke olarak görülmesi ve Taliban’la mukayese edildiğinde daha masum bir algıya sahip olması ve öyle sunulması. ABD, sayısı ne kadar olursa olsun Afgan, Iraklı, Suriyeli masum sivilleri öldürse de, aslında bunu ya teröre karşı mücadele etme adına yapmakta hatta yapmak zorunda kalmakta ya da bölge insanını medenileştirmek zorunda kaldığı için yapmak zorunda kalmaktadır. Taliban mı? Evet, kız çocuklarının okumasına engel olan, kadınları evlere hapseden örgüt… Bu yüzden de medeni dünya ve modernleşmek isteyen Afganistan için en büyük tehdit (!)
Buradan itibaren belirtmek gerekir ki bu yazı bir Taliban güzellemesi değil çünkü Talibanın hem insani hem de İslami açıdan eleştiri yapılması gereken birçok yönü var. Ancak mevcut manzara Nasrettin Hoca fıkrasındaki “Hırsızın hiç mi kabahati yok?” sorusunun sorulmasına neden olacak kadar tuhaf. Bu nedenle bölge halkları için asıl problemin ve bölgesel sorunların, terörün ana kaynağının ne olduğu ya da ne olabileceği konusunda farklı bir düşünme yolunun olabileceğine dair bir bakış açısı geliştirilebilir. Ancak bu yazının amacı doğrudan bu da değil. Buraya kadar yapılan uzun girişin arkasındaki amaç, olayları nasıl algıladığımızı etkileyen, pekiştiren medyanın ve sıradan günlük rutinlerin sosyalleşme sürecinde düşünce yapımızı nasıl etkilediğini ortaya koymaktır. Sıradan günlük rutin ve âdetler Bilig’ e göre bizim için milliyet duygusunu içten içe geliştirmemize ve kendimizi bir millete ait hissetmemize neden olur. Aslında Bilig’in bahsettiği türden sıradan ve âdetleşen pratiklerin bizim kimliğimiz üzerindeki etkisi sadece gazete ya da TV haberleri üzerinden olmaz. Bizim gibi ülkelerde Amerikan filmleri seyrederek büyüyen (sosyalleşen) gençler bir anlamda onun yumuşak gücüyle tanışıp cazibesine kapılırlar ve örtük bir Amerikan hayranlığı ve meselelere Amerikan perspektifinden bakmayı farkına varmadan alışkanlık haline getirirler-getirebilirler. Örneğin, Amerikan filmlerindeki intihar bombacıları ve masum Amerikan vatandaşlarını öldüren sarıklı, esmer ve sevimsiz Ortadoğulu tipler, artık izleyicileri içinde sadece film boyu değil sonrasında da bir tehdit olarak algılanabilirler. İzleyicinin kalbi, insanlıktan nasibini almamış cihatçı teröristlerin masum sivillere vereceği zararı önlemesi için Amerikalı kahramanın başarısı için çarpar. Amerikalı kahraman sadece ABD için değil tüm insanlık adına mücadele verdiğinden ona destek vermenin rahatsızlık hissedilecek tarafı da yoktur. Amerikan film ve haberlerinde sunulan bir milliyetçilik değil, Amerikan vatanseverliği olduğundan, üstelik tüm insanlık için bir tehdit olan zararlılar ortadan kaldırıldığından ABD “bizim” adımıza da hareket etmektedir…
Banal milliyetçiliğe giriş
Banal milliyetçilik sıradan milliyetçilik iddia ve varsayımlarından çok daha farklı bir iddia ile ortaya çıktığı için öncelikle milliyetçilikle ilgili kısa bir çerçeve çizmek faydalı olacaktır. Milliyetçilik bir yandan Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan, özgürleştirici ve liberal bir perspektifle anılan modern dönemlere ait bir ideoloji olarak görülürken diğer yandan, modern döneme ait bir ideoloji olarak halihazırdaki postmodern dönemde giderek gücü ve etkisi azalan ve ortadan kaybolması gereken bir olgu olarak görülmektedir. Küreselleşmenin, ulus-devletlerin egemenliklerinin giderek daha fazla erozyona uğradığı iddiası ile birlikte, küresel kültürün kültürel homojenleşmeyle birlikte harmanlandığı yeni homojen küresel toplumda milli kimliklerin önemini giderek daha da azaltacak beklentisi ortaya çıkmaya başladı. Böylece milliyetçilik ve onunla ilişkili olarak milletlere özgü milli kimliklerin görünürlüklerinin giderek daha da azalmaya başladığı bir dünyadan söz edilebilirdi. Bu çok doğal bir süreçti; çünkü kusursuz modernitenin işleyişi 19. yüzyıla ait bir ideolojinin doğal olarak küresel bir dünyada varlığını sürdürmesini elbette ki ortadan kaldıracak ya da buharlaştıracaktı. Milliyetçilik tamamen mi ortadan kalkacaktı? Hayır, gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelere özgü bir ideoloji olarak varlığını sürdürebilirdi ancak modern (ya da postmodern) toplumlar için milliyetçilikten söz etmek doğru değildi. Milliyetçilik, Batılı modern, müesses milletlerde karşılaşılmayan ancak Batı dışı toplumlara-devletlere özgü bir durum olarak görülmeliydi. Çünkü milliyetçilik (Batıyla ilişkilendirilen ve olumlu değer atfedilen vatanseverlikten ayrı olarak) çağdışılıkla, saldırganlık ve akıldışı duygularla ilişkili bir ideolojidir ve bu yüzden de rasyonel ve modern Batı toplumları ile birlikte anılmamalıdır (!)…
Billig yukarıda kısaca serencamı serdedilen durum üzerinden modern ya da müesses milletlerde milliyetçiliğin yok olmadığını tam tersine milliyetçiliğin varlığını örtük biçimde devam ettirdiğini iddia eder, bu örtüklük insanların farkına varamadığı, sıradan gündelik faaliyet ve rutinlerle işler. İnsanlara milli kimliklerini ve milliyet duygularını “hatırlatma o kadar aşina, o kadar süreklidir ki, bir hatırlatma olarak bilinçli bir şekilde kayda geçirilmez. Banal milliyetçiliğin mecazi imgesi, bilinçli olarak, ateşli bir tutkuyla sallanan bir bayrak değil, kamu binasının önünde fark edilmeden dalgalanan bayraktır” (Billig 2002: 18).
Öyleyse Batılı müesses (ABD, İngiltere, Fransa vb gibi) milletlerinde milliyetçilik farkına varılmayan, gözden kaçırılan, sosyal bilimcilerin ihmal ettiği ve ötekilerde görülüp ötekilere atfen kullanılan bu yüzden de farkına varılmayan bir milliyetçilik ya da milliyetçi tavır olarak işler. Örneğin onların yaptıkları milliyetçilik değil vatanseverliktir. Onlar başkalarının milliyetçiliklerine karşı tepki veren ya da başkalarının milliyetçiliğinin mağduru olan ve bu yüzden tepki vermek zorunda kalanlardır. Tıpkı, onların sözde gericilerin, şeriatçı-cihadçı terör örgütlerinin saldırıları sonrasında mağduriyetlerinden dolayı karşı tepki vermek zorunda kalmalarında olduğu gibi. Batı hep mağdur hep mazlumdur, onların verdikleri mücadele sadece kendi mağduriyetlerini sona erdirmek değil aynı zamanda dünya barışına da katkı sağlamaktır (!)…
Billig kitabının temel tezini şu şekilde dil getirir (2002:18): Müesses milletlerde, millet olma sürekli işaret edilir ve hatırlatılır. Müesses milletler, kendi sürekliliklerine inançları tam olan ve özellikle de, geleneksel olarak "Batı" diye tabir edilen şeyin parçası olarak görülen milletlerdir. “Böyle milletlerin siyasi liderleri –Fransa, ABD, Birleşik Krallık ya da Yeni Zelanda- tipik olarak "milliyetçi" diye adlandırılmazlar. Ancak, ileri sürüleceği üzere, 'millet olma' politik söylemler için, kültürel ürünler için ve hatta gazetelerin biçimlendirilmesi için sürekli bir zemin oluşturur. Birçok küçük vesileyle uyruklara her gün milletler dünyasındaki milli konumları hatırlatılır. Ancak bu hatırlatma o kadar aşina, o kadar süreklidir ki, bir hatırlatma olarak bilinçli bir şekilde kayda geçirilmez. Banal milliyetçiliğin mecazi imgesi, bilinçli olarak, ateşli bir tutkuyla sallanan bir bayrak değil, kamu binasının önünde fark edilmeden dalgalanan bayraktır.” Batılı müesses devletler, diğerlerinin milliyetçilikleriyle mücadele eden ve onların milliyetçiliklerinin mağdurlarıdır, tıpkı Batı dışı terör örgütlerinin Batı dünyasında terör eylemlerinde bulunarak kendilerini (Batılıları) mağdur etmesi gibi (!) .
Billig’e göre, milliyetçilik sadece sağ partilerle ilişkilendirilemeyeceği gibi sadece bayrakların sürekli dalgalandırılması ile de ilgili değildir, banal milliyetçilik rutin, âdet haline getirilen küçük sözcükler üzerinden işler. Milliyetçilik sadece sağ partilerle ilişkilendirilmemelidir “çünkü bu, milliyetçi kabullerin etkinlik alanının genişliğini azımsamak olur” (Billig 2002:171).
Banal milliyetçiliği üreten, günlük hayattaki sürekli imalar (imlemeler), kamu binalarında dalgalanan bayraklar, aşırı yüklenmiş bilgi/haber (information), deixis (anlamı metnin içeriğine bağlı olan kelimeler) aracılığıyla üretilen deictic (bir şeyi bir vasıta ile göstererek) ima etmeler, spor tezahüratları, gazete ya da TV haberlerinin sunuluşunda verilen bazen açık ama çoğu zaman örtük imgeler ve mesajlardır. Eserde deixis üzerinden milliyetçiliğin nasıl üretildiğine dair çeşitli örnekler milliyetçiliğin bu kelimeler üzerinden nasıl üretildiğini gösterir.
Banal milliyetçiliğin üretilmesinde deixis
Banal milliyetçiliğin önemli bir kaynağı olan deixis, “bir çeşit retorik işaret etmedir; zira dilbilimcilere göre "deixis, cümlelerin, içinde söylendikleri bağlamın çeşitli yönlerine nasıl bağlı bulunduklarıyla ilgilidir" (Brown ve Levinson, 1987, s.118’den aktaran Billig 2002:124). Deixis, bir kelimenin bağlam içinde anlam kazandığını gösterir. "Ben", "siz", "biz", "burası", “the people”, “the nation”, “the weather”, “the country” ya da "şimdi" gibi sözcükler genellikle deictic olarak kullanılırlar. Bu kelimelerin bazılarında bulunan the tanımlayıcısı özel bir anlama sahiptir. Deixis'in “ufak, farkına varılmayan bu sözcükleri” oldukça önemlidir. “Ulusal kapının dış dünyaya karşı kapatılmasına” yardımcı olurlar. "The" (tarif edatı) kapıyı "this" ("bu") den daha sıkı bir şekilde kapar. Nasıl "biz" ("we") bir "onlar" ("them") gerektiriyorsa, "bu ülke" ("this country") de genellikle kendine karşıt bir "öbür ülkeler" ("those countries") gerektirir. (Billig 2002: 127).
Deictic şekilde söylenen sözü anlamak için, dinleyiciler sözü konuşmacının konumuna göre yorumlamak durumundadırlar; konuşmacıyı yorum evreninin merkezine oturturlar: "Ben" konuşmacıdır, dinleyiciler de kendilerini "siz" olarak tanırlar ve "biz" ise sıklıkla, birlikte bir bütün oluşturuyor olarak değinilen konuşmacı ve dinleyicilerdir. Kimi dilbilimciler deixisin ünlemleri ve mecazları da işin içine katan karmaşık bir şey olduğunu öne sürerler (Wilkins 1992’den aktaran Billig 2002:124) . Deixis konuşmacı ile dinleyici arasındaki bağı kuran ve dinleyicileri bağlama çeken onları sarıp sarmalayan bir işaret ya da gösterimdir. Bir konuşmada kullanılan “biz”, “ülkemiz”, “vatanımız”, “burası” gibi ifadeler konuşmacının dinleyicinin zihninde bir bağlam oluşturduğunu düşündüğünü varsayarak kullandığı ifadelerdir. Yani konuşmacı “vatanımız” dediği zaman dinleyiciler bu vatanın neresi olduğunu bilirler ve tepki ya da yorum da ona göre yapılır. Bu nedenle Bilig (2002:112) “the people’daki ‘the’ basit bir süs değildir, onun yurdu imleyen rutini vardır. Bu küçük sözcükler deixisi, uluslar dünyasını tanıdık, hatta evcil kılıyorlar” demektedir.
Gazeteler veya TV kanalları haberlerini sunarken, Anderson’un belirttiği anlamda dünyanın, sınırları kesin ve belli ulus-devletlere ve bu devletlerle özdeşleşen milletlere ayrıldığını varsayar. Bu Billig’e göre, rutin bir deixisdir. Çünkü “biz”i ötekilerden farklı kılan onlara göre değerlendiren haberlerle karşılaşılır. “Banal milliyetçiliğin kilit sözcükleri genellikle en ufak olanlardır” derken Billig, deixis’in banal milliyetçiliğin inşasında oynadığı rolün altını bir kere daha çizer. The nation, the people, the country ifadelerindeki the tarif edatı (definite article) daha da âdetleştiricidir. “Hangi ülke? Hangi halk? Hangi ulus? Başka hiçbir tarife gerek yok: (tarif edatı) Ulus bu ulustur (the nation is this nation), "bizim" ulusumuz. ‘Bu deixis işini göze batmadan görür; bayrağı o kadar gösterişsiz bir şekilde direğe çeker ki yazar ya da konuşmacı tarafından dahi fark edilmez’. İsminin zikredilmesini bırakın ulusun ima edilmesine dahi gerek yoktur” (Billig 2002: 126).
Gazetelerdeki yurt-yapımının deictic örneklerini veren Billig (2002:133), bu örnekler üzerinden banal milliyetçiliğin bir anlamda ulus inşa sürecinin sürdürülebilirliğini de gösterir. Örneğin gazete haberlerinde verilen “Avrupa Birliği'nin "paramızı" ("our money") almış olmasından şikâyet haberinde "Paramız"dan kasıt ne gazetenin kendi gelirleriydi ne de sahibininkiydi, o paranın ulusun parası olduğu anlaşılmalıydı. Aynı şekilde gazete haberindeki biz (we), ‘ne yazar ne gazete okuruyla’ sınırlıydı: “Bütün ulus olarak temsil edilen "makul insanlar topluluğundan" müteşekkil ulusal bir "biz"e atıfta bulunuluyordu. Ulusa mensup fertler olarak okurlara hitap edilmesine rağmen, bu "biz" gazetenin okuru olmayanları da kapsıyordu” (Billig 2002:134). Ayrıca hava durumu (the weather), hergün ulusal coğrafyanın bütünlüğünü parçaların birliği üzerinden izleyici “biz”e damardan girer, ekranda sunulan haritanın kim olduğunu seyirciye hatırlatmaya gerek duyulmayan bir milli kimlik ve bilinç işlenir banal milliyetçilik teorisine göre.
Görüldüğü gibi banal milliyetçilik, milliyetçiliğin müesses milletlerde aldığı, farkına varılmayan bir milliyetçilik türü olarak sunulur. Milliyetçilik başkalarına ait olandır, çünkü onlara ait olan vatanseverliktir. Belirtildiği gibi, milliyetçiliği liberal milliyetçilikten çok, saldırganlık, ırkçılık gibi kötü niteliklerle anmak onu Batı dışı toplumlarla daha fazla ilişkilendirmeye kapı açar.
Milliyetçilik gerçekte bir orta sınıf ideolojisidir ve Türk milliyetçiliği örneğinde olduğu gibi kültür milliyetçiliği olarak başlayıp, emperyalizmle mücadele etmenin aracı olarak önemli bir işlevselliğe sahiptir. Ancak Türkiye’de tüm dünyada olduğu gibi farklı zamanlarda farklı milliyetçilik türlerinin olduğu da bir gerçektir. Bundan sonra üzerinde durulması gereken husus, milliyetçiliğin bir orta sınıf hareketi olmaktan nasıl varoş tarzı bir milliyetçiliğe dönüşebildiği olacaktır.
Varoş milliyetçiliği
Elbette ki tüm milliyetçi hareketleri aynı pota içine koymak mümkün değildir, ancak milliyetçilik tipik bir orta sınıf ideolojisi ve hareketidir. Bu açıdan da alt ve üst sınıflara göre daha çok orta sınıfın ruhunun yansıdığı bu hareketler kültürel özgünlüğü ve bu özgünlük üzerine oturan milli kimliğin devamını arzulayan bir hareket olarak var olur. Siyasi açıdan ise, diğer milli topluluklardan ayrı bir kendi kendini yönetimi ve geleceğini belirleme hakkını talep eder.
Türkiye’de milliyetçilik siyasi yelpazenin merkezinden sol ya da sağ en uç noktalarına kadar sahip çıkılan bir duygusallık, yan-ideoloji ya da ana ideoloji olarak ortaya çıkar.
Milliyetçilik kendini bir öteki ile ve ötekine göre tanımladığı için varlığını ve bir ideoloji olarak meşruiyetini ötekinin kendine yönelik tehdidi üzerinden inşa eder. Bu inşa bazen saldırganlık, bazen de sadece savunma ile neticelenebilir. Milliyetçi hareketler öteki ile ilişkinin değişen ateşlilik durumuna göre hareketlenebilirler ya da durgunlaşabilirler. Ancak milliyetçiliğin bayrağının dalgalanmaması hareketin önderlerini milli kimliğin ve milli hassasiyetin azalacağı yönünde bir endişeye sevk edebilir. Bu yüzden milliyetçiliğin sürekli dalgalandırılması gerekir. Bu yüzden de “dozu kaçırılmış” ya da “ayarsız bir milliyetçilikle” karşılaşılabilir ki buna varoş milliyetçiliği denilebilir. Varoş milliyetçiliği bir orta sınıf hareketi olan kültür eksenli mütevazı milliyetçiliği yetersizlikle ve milli sorunlarla mücadele etmemekle ya da onlara karşı duyarsız olmakla suçlar. Milliyetçiliğin etnik açıdan farklı olanı ortak kültürel, ortak dini ya da vatandaşlık zemininde içerebilecek doğasından ayrı olarak dışlayıcı yönünü ön plana çıkararak toplumsal fay kırıklıkları üzerinden siyaset yürütülmesini ister.
Banal milliyetçiliğin sakin bayraklarının ve imalarının yerini ateşli bayrak sallamalar alır. Banal milliyetçiliğin dolaylı imaları ve vurgulamaları varoş milliyetçiliği için milliyetçilik olarak görülmez. Milliyetçi, bağırmalıdır, haykırmalıdır, naralar atmalıdır. Bu açıdan biraz da arabesk geçmişin izlerini taşır varoş milliyetçiliği, “ya benimsin ya toprağın” üçüncü durumun olmadığı ifadelerinin yerini “ya seveceksin ya da gideceksin” almıştır.
Hoşgörü, varoş milliyetçiliğin semtine çok fazla uğramaz. Yunus ve Mevlana ağızlardan düşmese de, eylemsel bazda karşılığı olmayan soyut figürlerden öte bir anlama sahip değillerdir. Özellikle sosyal medyada dilin bayağılaşması milliyetçiliğin ürettiği özgün şiir, roman ve hikâyelerin okunmadığının işaretidir. Zaten varoş milliyetçi okumaktan çok eylem adamıdır ve bu yüzden de “adli sicil sorunu” vardır. Bu sicil yüzünden de yasal siyasi partilerin içinde yer almaları, onlarla beraber hareket etmeleri çok mümkün olmaz. “Belden aşağı” çalışan sosyal medya dili, yoldan çıkmış bir yeniçeri edasıyla önüne geleni tırpanlar. Ne Ziya Gökalp’in kuşatıcı millet tanımı, ne Erol Güngör’ün entelektüel derinliği, ne de Ömer Seyfettin’in duygusallığını bulmak mümkündür onlarda. Hatta bu sayılanların kim olduğunu eserlerini bile bildikleri şüphelidir. Tıpkı banal milliyetçilikteki gibi deixis burada da işler “biz” ve “onlar”, “ülke”, “sınır” vb. gibi kelimeler onların zihninde kendi entelektüel müktesebatları kadar yer işgal eder. Bu yüzden de milliyetçilikle ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve faşizm gibi muğlak geçişkenliklerin olduğu arkeolojik hafızayı tekrar canlandırarak milliyetçiliğe zarar verirler. Rahmetli Galip Erdem’in, “Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanı Türk milliyetçileridir” sözünü artık Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanı varoş milliyetçilerdir” diye okumak daha yerindedir.
[1] https://tr.euronews.com/2021/08/16/abd-nin-afganistan-daki-savas-nas-l-baslad-nas-l-bitiyor (22.8.2021).