Son yerel ve genel seçimlerde oluşan ittifaklar CHP ve HDP arasındaki ilişkiyi giderek daha organik hale getirmeye başladı. CHPKK iddiası, CHP’nin terör örgütü PKK’nın meclisteki izdüşümü olarak görülen HDP ile olan ilişkisini ve bağını vurgulamaktadır. Bu iddianın bir benzerinin 30 sene önce CHP’nin öncülü Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) için SHP-PKK şeklinde dile getirildiğini hatırlayan var mıdır?
SHP 12 Eylül sonrası siyasi hayata girmeyi hak eden(!) Halkçı Parti (HP) ile İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’nün darbe dönemi sonrası CHP’yi tekrar canlandırma adına kurulan Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP)’nin 1985 tarihinde birleşmesiyle ortaya çıkan bir partidir. SHP, tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi bugün HDP’nin oy aldığı bölgelerden oy alabilen vekil çıkarabilen bir parti hüviyetindeydi. “Kürtler her zaman sol partilere daha eğilimliydi; sosyal demokrat milletvekillerinin arasında da, çok sayıda olmamakla beraber, siyasal açıdan bilinçli, bazıları 1970’lerin ve 1980’lerin başlarında Kürt eylemcisi oldukları için tutuklanmış ya da hapis cezası almış Kürtler mevcuttu[1]” diyor Aliza Marcus. Tarihle ilgili tekerlemeyi hatırlıyor insan: Mardin’den milletvekili seçilecek olan Ahmet Türk, PKK’ya yardım ve yataklıktan cezaevindeyken aday olur.
12 Eylül sonrası Kürt meselesinin diğer meseleler gibi çok da konuşulmaması ya da rölantiye alınmasının arkasında 3 yıllık askeri rejimin etkisini görmek gerek. Lakin bu dönemin sonradan sorunların besleyicisi uygulamaların başlangıcı olduğunu da örneğin, Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi uygulamaları gibi, bilmek gerekir. 1983 sonrası sivilleşme ve 15 ağustos 1984 sonrası başlayan PKK terörü, özgürlük ve güvenlik gerilimini içinden çıkılmaz bir hale getirir. Hep iddia edilen; Diyarbakır Cezaevi olmasaydı PKK terörü olmazdı! iddiası her zaman tartışmaya açıktır çünkü bu iddia, terör eylemlerinin her zaman sonuç verdiğini haliyle terörün olumlu işlevleri olduğunu varsayar ki bu varsayım PKK’nın meşru siyaset üzerindeki vesayetinin de en temel belirleyicisidir. Oysa eğer PKK terörü olmasaydı Türkiye Kürt meselesini çok daha demokratik bir zeminde tartışabilir ve askeri harcamalar yerine yapılacak ekonomik yatırımlar ile bu kadar kan dökülmeden ve Kürt orta sınıflarını üreterek kültürel ve siyasal dönüşümü harmanlayabilirdi. Çünkü Özal’lı ANAP Demirel’li AP değildi. Özal kendi merkezini oluştururken Türk’ü, Kürt’ü, Alevi ve Sünni’yi bir araya getirerek bir transformasyonu başlattığının farkındaydı. Haliyle 1983 sonrasının bir neo-DDKO (Yeni Devrimci Doğu Kültür Ocakları) üretmesi mümkün değildi. Ancak 1979 sonrasında beş yıllık gerilen bir yayın oku gibi Türkiye’ye saplanan PKK, meselenin demokratik zeminde çözümünün önünde bir engel olarak devletle arasında bir kan davası başlattı.
Devletle girdiği savaşta PKK, 1980’lerin sonuna doğru giderek daha fazla insanın kendisine yönelmesini sağlayabildi. Bunu iki şekilde yapıyordu: Korucuları aileleri ve sahip oldukları tüm hayvanlarıyla birlikte öldürerek, aslında katliam yaparak demek lazım çünkü öldürülenler arasında çok sayıda bebek de vardır. Diğer taraftan, Korucu olmayan köylerde yaptığı propagandalarla. Bu propagandalarla verilen mesaj açıktı: PKK ancak devletle işbirliği içinde olanları öldürüyor diğerlerini ise ikaz ediyor ya da onlara dokunmuyordu. Devletin örgütü bir türlü bitiremeyişi hatta örgütün alan hakimiyeti elde etme çabaları kendisine yönelik katılımı da arttırıyordu. Bir yerde silah patlayınca katılım artıyordu, diyor Aliza Marcus.
12 Eylül rejiminin tamamen ortadan kaldırdığı diğer silahlı örgütlerin eski üyeleri hapisten çıkınca ayakta kalmış tek örgüt olarak PKK’yı gördükleri için ona katıldılar. Bu da zaten 1979’da üyelerini Bekaa’ya taşıdığı için örgütü giderek daha güçlü ve eylemselliğiyle yeni katılacak teröristler için cazibe merkezi haline getiriyordu. Kürt solunun yasadışı tek muhatabı artık PKK idi. Ancak legal alanda SHP içerisinde Kürt meselesini bağrında taşıyan sol görüşlü vekillerin olduğu da açıktır. Bunlar 49’lar hareketiyle başlayıp DDKO ve TİP gibi oluşumlar içinde yer alan üniversiteli, (mesleki anlamda) beyaz yakalı sosyalizme gönül vermiş kuşakların devamcısıdırlar. Bunlardan biri SHP’li Kürt milletvekili Mehmet Ali Eren 1988’de mecliste yaptığı konuşmada Kürt tabusunu sonlandırma çağrısı yapar. Mecliste meydana gelen kargaşa bu konuda belki de ilktir ama son olmayacaktır. “Savaşın hem Kürtlere hem de Türklere zarar vereceğini düşünüyordum, bunu engellemek istiyordum, meselenin demokratik araçlarla çözülmesi gerektiğini düşünüyordum. Öteki milletvekilleri de meseleye eğilirse [savaşın] büyümesini engelleyebileceğimizi düşünüyordum[2]” diyen SHP milletvekili Eren, gazeteci yazar Oktay Ekşi tarafından teröristlerle işbirliği içinde olmakla suçlanır. Siyasetteki bölücülük ve terörist işbirliği suçlaması böylece başlamış olur. Eren’in 1989’da Paris’te Kürt Konferansı olarak anılan toplantıya katılması sonrası ihracına kadar partiden dışlandığı kendisi tarafından belirtilir.
SHP içinde asıl ses getiren olay ise Malatya Milletvekili İbrahim Aksoy’un ihracıdır. Bu ihraç SHP Genel Sekreter Yardımcısı Ali Topuz’un “parti PKK işgali altında” yakınmasının sonucudur. Ancak bu sonuca gidebilmek için SHP içinde sol ve sağ kanat mücadelesini ve SHP’nin eklektik yapısını (Kemalist, sosyal demokrat, sosyalist ve Kürt sosyal demokrat, Kürt sosyalist) incelemek gerekir.
[1]Aliza Marcus (2010) Kan ve İnanç, 3. Baskı, İstanbul, İletişim yayınları
[2] Marcus 2010:173-174