Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

CHP ve İlahiyat Fakültesi: Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden Tampon Kurum’a

Tevfik ERDEM
11 Ocak 2022 08:31
A-
A+

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı kurgusuyla, üslubuyla edebiyatımızda aşılamayan bir roman olma özelliğini korur. Roman üzerine yapılan yorumlarda onun, Doğu ve Batı arasında kalmışlığı, dolandırıcılığı ve çoğu zaman da sosyolojik açıdan Weber’in bürokraside gördüğü verimliliğe karşı eleştirel bir bakışı dile getirdiği vurgulanır. Romanda özellikle bürokrasinin üretken olmayan, değer üretmeyen ve topluma bir katkısı olmayan kurumların eleştirisinin yapıldığı belirtilir.

Tampon Kurum kavramı ise, sosyolog Mübeccel Kıray tarafından dile getirilen ve toplumsal değişmeyle birlikte yeni ilişkilerin bazen yeni kurumlarla ve yeni davranışlarla toplumsal dengeyi kurma ve toplumsal bütünleşmenin sağlanmasını anlatan bir kavramdır. Bu anlamda da tampon kurumlar, toplumsal çözülmeyi önleme özelliğine sahiptirler. Böylece toplumsal değişimin gelenekselden moderne doğru gerçekleşen seyrinde geleneksel olanla modern olanın bütünleşmesini (çatışmadan var olmasını) mümkün kılan ara form olarak ortaya çıkarlar.  Mesela Kıray için gecekondu, gelenekselden moderne geçişte bir ara formdur ve Kıray bu ara formun işlevini yerine getirdikten sonra zamanla ortadan kaybolacağını ve modern olanla harmanlanacağını düşünür. Örneğin Ereğli araştırmasında kahveler, tampon kurum olarak tanımlanırken sanayileşmeyle ortadan kalkacak geçici ara yapılar olarak görülmüştür.  Kahveler, “Ereğli’de şehirleşme oluşumu içerisinde gerginliği azaltan, ilişkileri kolaylaştıran, hızlı ve verimli haberleşmeyi sağlayan bir tampon kurum haline gelmiştir. Genellikle şehirleşme oluşumunda köylerin Ereğli ile temaslarının düzenlenmesinde, köylülerin şehre yerleşmesinde kahvelerin önemli rolü görülmektedir[1].” Bu yazı kapsamında ilahiyat fakültesini de ara yapı ya da toplumsal değişim döneminde “mukaddesatçılar[2]”ın modernleşme süreciyle tanışmalarında kendiliğinden ortadan kalkacak bir ara yapı olarak görmek mümkündür. Ancak Ereğli araştırmasının sonraki aşamasında Kıray’ın da şahit olacağı gibi bu ara yapılar ortadan kalkmamıştır. İlahiyat Fakültelerinin durumunda ise, Tek Parti dönemindeki gibi öğrencilerin talep etmemesi nedeniyle(!) kapanma söz konusu olmayacaktır. Ancak çok partili hayata geçiş süreciyle birlikte başlayan değişim sürecini, CHP kendi lehine olacak şekilde sorunsuz ve dengeli biçimde geçirmek istediği için bir tampon kurum (ara yapı) olarak bu fakültenin kurulmasına izin verecektir. 

Bu yazı CHP’li bazı siyasetçilerin (ya da örneğin yakın dönemde Barolar Birliği Başkanı gibi bürokratik seçkin-aydınların)  “Ortaçağ Karanlığı” nitelemesi ile gerçekte dine (İslam’a) saldırıları sonrasında, “bizim İslam’la, dinle-diyanetle değil onların temsilcileri (diyanet işleri başkanı) ile sorunumuz var nitekim İlahiyat Fakültelerini ilk kez kuran biziz yani İlahiyat Fakülteleri CHP döneminde kuruldu” türünden ifadelerin tarihi arka planını açıklamaya çalışmak istemekte, bunu yaparken de yazının başlığındaki sosyolojik metafor (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) ve kavramlaştırmayı (Tampon Kurum) kullanmaktadır. Burada ilk olarak gösterilmek istenen, CHP’nin niyetinin “dinin anlaşılması veya dini serbestliğin sağlanması” değil tamamen siyasi istismarı (dini siyasete alet etmeyi hedefleyen bir tercihte bulunduğunu) hedefleyen bir kurum inşa etme isteğidir. İkinci olarak da, kendi dışındaki nesnel şartların gelişmesinin ortaya çıkarttığı baskı nedeniyle böyle bir kurumu ortaya çıkarmak zorunda kaldığıdır. Bunları açıklamadan önce Türkiye’deki laiklik ve din eğitiminin tarihi seyrine bakmakta fayda vardır.

Türkiye’nin laiklik seyrinde 3 Mart 1924 tarihi önemlidir ve bu tarihin iki karşılığı vardır: İlki, Hilafetin kaldırılması, ikincisi ise, Tevhid-İ Tedrisat Kanunu ile din eğitimi veren okulların devletin denetimine girmesidir. Burada laiklikle ilgili bir tartışmanın da başladığını hatırlamak gerekir. Çünkü bu kanun değişikliği ile devlet dini kendi kontrolü altına alıyordu, yani artık din görevlileri “devletin memuru” halini alıyorlardı böylece de devletin ruhunun sindiği bir dinin ortaya çıkması muhtemeldi. 1924 Anayasasındaki (Teşkilâtı Esasiye Kanunu’ndaki) 2. Madde olan, Türkiye Devletinin dini, Din-i İslam’dır, ifadesi kaldırılınca (10.4.1928) siyasi anlamda laiklik giderek daha fazla belirginleşecektir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yönü batıya dönük seçkinlerin din algılarını yani “laikliği” (aslında sekülerliği) tetikleyen Şeyh Sait Ayaklanması (1925) ve Menemen Vakası (1930) gibi yeni Cumhuriyet rejimine karşı girişilen hareketlerin dini niteliğe sahip olarak algılanması dine ve dindarlara karşı algı ve uygulamaların rengini de değiştirmiştir. Türkiye’nin demokrasiye geçiş denemelerinin arkasında da “dine karşı tolerans gösterme” iddiası, TCF gibi bir partinin kapatılmasında gerekçe olarak gösterilmiştir. Din (İslam) konusunda izlenecek politika hakkındaki belirsizlik ve kaygı o derecededir ki, 1928 yılında, başında Fuat Köprülü’nün bulunduğu bir ekip tarafından hazırlanan İslam’da reform tasarısı raporu, örneğin camiye müziğin sokulması da olan uygulamalar, din adamlarının yeniden güçlendirileceğinden çekinilerek, hayata geçirilmemiştir[3]

1930’lu yıllar Türkiye’de Tek Parti döneminin gücünü her alanda hissettirdiği ve siyasi, sosyal ya da ekonomik alanlarda muhalefetin ortaya çıkamadığı yıllardır. Öyle ki, derneklere ihtiyaç duyulmadığı belirtilerek dernekler kapatılır, örneğin Türk Ocakları 1931’de kapatılır ve yerine rejimin ideolojisinin halka sunulacağı mekânlar olarak Halkevleri kurulur (1932).

Devlet her alanda etkisini hissettirirken dini eğitim alanında da çıkarılan çeşitli kanunlarla devletin din üzerindeki gücü tesis edilecektir.  Kökleri 1 Eylül 1900 İstanbul Dârülfünûn-ı Şâhâne’deki Ulûm-i Âliye-i Dîniyye Şubesi’ne kadar giden[4] İlahiyat Fakültesi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) ile Daru'I-Fünun'dan üç yıllık eğitim süresiyle Maarif Vekâletine (Milli Eğitim Bakanlığına) bağlanmıştır. Ancak 1933 yılında yapılan üniversite reformları kapsamında Dar’ül Fünun fesholunup yerine İstanbul Üniversitesi kurulunca ilahiyat fakültesi de kapanmıştır.

İslam’ı gelenekle eşleştiren Alman tarihçi Jaschke[5]Mustafa Kemal, Türkiye’yi modern modern bir devlet haline koymak isteğinin ancak geleneklere kökten bir yüz çevirme ile sağlanabileceğini anlamıştır” derken dini kurumlar ve din adamı yetiştiren eğitim kurumlarının kapatılmasının arkasındaki gerekçeyi zamanla öğrenci sayısının azalması ile açıklar. Zamanla dini eğitim kurumlarına giden öğrenci sayısının azalması, hem genç Cumhuriyetin arzuladığı bir hedef, hem de Aydınlanmacı modernitenin temel varsayımlarını doğrulayan bir durumdur: Modernlik geliştikçe, yayıldıkça gelenek (din) ortadan kalkacaktır; çünkü rasyonelleşmenin, metafizik düşünce karşısında her zaman zafer kazanması beklenir. Dini eğitim alan öğrencilerin azalan sayısı şöyle aktarılır Jaschke tarafından “1924’te bu okullarda 2258 öğrenci (300 den fazla öğretmen) varken, 1932’de yalnız 10, 1926 yılında 20 tane olan bu mekteplerden 1927-32’de sadece 2’si kalmıştı. (İstanbul ve Konya’da). Bu yıldan sonra bunlar da kapandı.” Dini eğitim kurumlarına eğitim için giden öğrencilerin azalması ve zamanla okulların kapatılması bu kurumlara öğretmen yetiştirme amacıyla kurulan İlahiyat fakültelerini de gereksiz hale getirecektir. Zaten yukarıda belirtildiği gibi 1933’de ilahiyat fakültesi de kapatılacaktır.  Şimdi bu okulların kapatılmasının arkasındaki modernist büyüyü bozalım ve Jashke’nin söylemediğini söyleyelim.  Bu okulların kapatılması dönemin ruhuna uygun olarak izlenen sekülerleşme pratiği ile ilgilidir. “15.12.1927 tarih ve 846 sayılı Şuray-ı Devlet (Danıştay) kararı ile din görevliliği devlet memurluğu olmaktan çıkarılınca, bu okulların mezunlarına resmen görev verilmemiştir. Böylelikle okulların ve öğrencilerin istikballeri ellerinden alınmıştır. Ayrıca, devlet okullara tahsisat ayırmamış, doğrudan veya dolaylı bazı yollarla kapanmaları için baskı uygulanmıştır.[6]

Tek Parti yönetimi döneminde kapatılan din eğitimi veren kurumlar çok partili hayatın başladığı 1945 yılına kadar kamusal alandan kazınmıştır. Tek Parti döneminin din konusundaki jakobenci tavrı, laikliğin militanvari bir tarzla hayata geçirilmesini sağlıyordu. Baskın devletin zayıf ve bastırılmış sivil toplum karşısındaki üstünlüğü çok partili hayatın ortaya çıkması ve her vatandaşın oyunun (reyinin) aynı değere sahip olduğu demokrasinin zaferine kadar devam etmiştir. 1945 yılında CHP dışında diğer partilerin kurulmaya başlanması ve esas olarak 7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti’nin “Yeter Söz Milletindir!” sloganıyla ortaya çıkması daha önceki (TCF ve SCF) demokrasi deneylerinde oluğu gibi CHP’nin iktidarı kaybedebilme riskiyle karşı karşıya kalmasına neden oldu. Yine 19 Temmuz 1948’de kurulan daha din merkezli Millet Partisi’nin siyasi hayata katılması din eksenli seçmeni cezbetme yarışını hızlandırdı. Yeni partilerin siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel alanda daha liberal programlara sahip olmaları, din konusunda daha özgürlükçü bir politika izleyeceklerine dair verdikleri mesajlar CHP’nin de din ve din eğitimi konusunda, daha sonra söz konusu jakobenci cephenin “laiklikten ödün” anlamına gelen açılımlar yapmasına neden olur. Bu “neden olmanın” altını çizmek gerekir çünkü CHP’nin 1947 tarihli meşhur VII. Kurultayı’nda din konusunda liberalleşmenin-yumuşamanın işaretleri ortaya çıkmaya başlar. Peki bu yumuşama, İslam dininin halktaki karşılığını gören CHP’nin bu tepkiye cevap vermek adına kendiliğinden geliştirdiği bir tepki midir? Hayır. CHP gerçekte din konusunda içten gelen bir değişim politikası sergilemekten çok, izlediği dini açılım politikası (siz “dini siyasete alet etmek” diye de okuyabilirsiniz!) ile kendini halkın oyunu almak zorunda hissetmiştir; çünkü rakipleri din konusunda Müslüman halkın hoşuna gidecek şeyler söyledikleri için CHP’de benzer politika izlemek zorunda kalmıştır. Ancak “ne yardan ne serden geçmek” ifadesi tam da CHP’nin o günkü durumunu anlatmak için kullanılabilir.  Çünkü CHP’nin krizi Müslüman Türk halkının oylarını alabilmek için, söylemlerine din sosu katmak ya da dini kurumların nefes alacağı özgürlük alanlarını aralamak olacaktır.   Lakin diğer taraftan bunu yaptığı takdirde, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyetin kurucu ilkelerine dinamit yerleştirdiği düşünülecektir.

Gerçekte görülecektir ki CHP nasıl II. Dünya Savaşı sonrası çok partili hayata geçmek zorunda kalmışsa, din alanında kamusal özgürlük alanlarını açacak uygulamaları da hayata geçirmek zorunda kalmıştır. İsmet Paşa’nın “sayesinde onun aracılığı” ile değil “ona rağmen” çok partili hayata geçilmiştir. Paşa, II. Dünya Savaşı’nı kazanan ülkelerin demokrasiyle yönetildiğini ve kaybeden ülkelerin ise tek partili rejimler olduğunu biliyor ve görüyordu. Recep Peker’in devre dışı bırakılması Şemsettin Günaltay gibi “eski İslamcı” CHP’li vekilin parlatılması ve 1949’da Başbakan olmasının sebebi yeni döneme uyum sağlamaktı yani dindar kimlikli CHP’li vekiller yeni döneme uyum sağlamayı mümkün kılan tampon mekanizmalardı. CHP’yi zorlayan önemsiz gibi görünen başka etkenler de vardı: SSCB ve komünizm tehdidi. Yükselen komünizm tehdidine karşı seküler Türk milliyetçiliğinin başarılı olamadığı düşüncesi, İslam ve Osmanlı geçmişi ile barışık yeni bir milliyetçi kimliğin ortaya çıkmasını zorluyordu. Türk Ocakları’nın 1949’da Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bastırmasıyla yeniden açılmasını da bu eksende görmek gerekir.

CHP, çok partili hayata geçiş döneminde iktidarı muhafaza etmek için, köklü bir değişim sergilemek yerine zevahiri kurtarmaya yönelik birkaç girişimde bulunur. Zaman zaman dini kimliğiyle bilinen bir yazarı, müftüyü milletvekili yapmak ya da bir türbanlıyı Parti Meclisi (PM) üyesi yapmak gibi o zaman da (13 Kasım 1947 VII. Kurultay) halka mesaj vermek adına İlahiyat Fakültesi açılması kararı verilir. 10 Şubat 1948’de ortaokullarda velilerin dilekçe yazdıkları takdirde normal eğitimi aksatmayacak şekilde ve eğitim süresi haricinde din dersleri verilmeye başlanır. Demokrat Parti döneminde ise, din dersi almak istemeyen velilerin dilekçe vermeleri gerektiğini belirten bir karar alınır. Sadece bu basit vaka bile CHP ile DP arasında dine yaklaşım konusundaki farkı ve halkın teveccühünü açıklamak için (veya DP’nin neden darbeye maruz kaldığını anlamak için) yeterlidir.

Cumhuriyet döneminin çok partili hayata geçişle birlikte ilk İlahiyat Fakültesi açılması kararı verilir ama bu karar kararı alanlar için “Ortaçağ karanlığına geri dönüş değil”dir, olmamalıdır. İşte bu anlamda söz konusu kongrede Tahsin Banguoğlu, İlahiyat Fakültesi’nin amacını ve giriş şartlarını şöyle açıklar: “Milli hayatın kökünü zehirlemiş olan iskolastik ruhunun yeniden gelişmemesini sağlamak için, din adamı olacak gençlerin, bir din meslek okuluna girmeden önce normal bir okulu bitirmeleri şarttı(r)[7].” Din eğitiminin belli bir yaşın altında ve üzerinde verilmek istenmesinin pedagojik açıdan özel bir önemi vardır. Ancak Tek Parti döneminde bu politikanın oldukça hassas bir stratejisi ve hedeflediği sonucu vardı. “Devlet mekteplerinde, ortaokul ve lisenin lâdinî havası, hattâ din aleyhtarı muhiti içinde yetişip onsekiz, ondokuz yaşına gelen bir genç, aldığı bu aleyhtar terbiye ve bu menfî zihniyetle, idaresi ve hocaları çok kere dine muarız olan, sivil bir İlahiyat Fakültesinde okuyup da din adamı olamaz.”[8]

Tek Parti CHP’si için eğer bir din eğitimi verilecekse bu, sınırları ve içeriği skolastik ruhu (aslında Ortaçağın-Karanlık çağların ruhunu) geri getirmeyecek şekilde olmalıydı. İmam-Hatip okullarının zamanla orta kısımlarının kapatılması, 28 Şubat sürecindeki uygulamalar hep aynı mantığın ürünüdür. Bugün okul öncesi din eğitimine karşı CHP’liler tarafından gösterilen tepkiler laiklik adına değil “CHP tarafından sınırları çizilmiş laikliğin” dışında olduğu için laikliğe aykırıdır.

14 Ocak 1948’de ilâhiyat fakültesinin açılması yönünde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan kanun teklifi ile 4 Haziran 1949 tarihinde, Ankara Üniversitesi’ne bağlı İlâhiyat Fakültesi kurulur ve fakülte 21 Kasım 1949’da öğretime başlar. Banguoğlu, yeni kurulan fakülteyi anlatırken ders programı hakkında da bilgi verir[9]: “Yeni fakültenin medrese ruhuyla çalışmayacağını, tersine “irticai hareketler”e karşı çıkacağını belirtti. Bu fakülte “hurafecilerin” (masalcıların), önünde yarasalar gibi kaçışacakları bir meşale olacaktı. Okutulacak derslerden şunların adını verdi: Fıkıh, tefsir, hadis, psikoloji, sosyoloji, genel ve mukayeseli dinler tarihi…”

Fakültenin hem ders programı hem de öğretim üyesi açısından çeşitli sorunları bünyesinde barındırdığını belirten rahmetli Prof. Dr. Osman Turan, sorunların bunlarla sınırlı olmadığını belirterek kurulması planlanan fakültenin gerçekte “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” olduğunu ima eder. Fakülte başta ilmi sorunlar olmak üzere birçok soruna sahiptir. Kuruluşunun arkasında demokratik baskı olan bu fakülteye “istismardan” (halkı oyalamak) ve “ciddi bir din ilmi ve bilgisini vermeyi önlemek amacından” başka bir anlam vermek de güçtür.  “Teşebbüsün ciddiyet ve samimiyeti hakkındaki şüphemiz sadece kuruluş esnasında mesul devlet adamlarının[10]  sarf ettiğini duyduğumuz hayret ve ibrete şayan sözler ve kurulmasına memur edilen kimselerin salâhiyetsizliği ve kayıtsızlığı hatta bunlar arasında bu işten memnun olmayan insanların bulunmasına değil, bizzat onun bünyesi ve programına dayanmaktadır.[11]” Turan için esas problem ilahiyat fakültesi ders programındadır çünkü programa esas dersler konulmamış olup, lüzumsuz dersler de din tahsiline  imkân bırakmamaktadır. Ayrıca ana dersler (tefsir, hadis, fıkıh, kelam vb.) için salâhiyetli bilim adamları getirilmemiştir. Böylece bu derslerin fiilen işlenmesi mümkün değildir. Asli dersler fiilen işlenemiyordu, öyle olduğu için de fakültenin kuruluş amacına ulaşması mümkün görülmüyor ve ancak ikincil önemdeki dersler ön plana çıkartılıyordu. “İslam öğretilmeden İslam sanatı öğretilmeye çalışılıyordu” diye yakınmakta haklıdır Turan. Böylece “Fiilen mevcut olmayan bu derslerin yerine, adeta fakültenin kurulmasına ve inkişafına engel olmak maksadiyle Sosyoloji, Felsefe, Psikoloji, Mantık, İlimler Tarihi, İslam sanatı ve İslam felsefesi gibi derslerin doldurulması…[12] kuruluş amacına dair şüphe için yeterli görülür. Turan bütün ikazlara rağmen fakülte yönetiminin zaruri derslere girecek öğretim üyesi peşinde koşmadığından yakınır. Yeni dersler için de fakülteye yeni, ama öncelikli olmayan tayinlerin yapıldığını belirtir.

Fakültenin öğretim üyesi ihtiyacı önemli bir sorundu, çünkü 1930’lardan sonra din konusunda uzmanlaşmış birini bulmak çok zordu. Bu nedenle bazı öğretim üyelerinin atamaları verilecek bilgi fakültenin işlevinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Örneğin “Diyanet İşleri Başkanlığı danışma kurulu üyesi Yusuf Ziya Yörükan[13] İslam Dini ve Mezhepler Tarihi profesörlüğüne, Ankara Etnoğrafya müzesi müdürü Hasan Remzi Oğuz Arık İslam sanatı profesörlüğüne, Türk Dil Kurumu üyelerinden Hilmi Ömer Budda, dinler tarihi profesörlüğüne atandılar; 8 Kasımda, İslam hukuku profesörü Esat Arsebük dekan seçildi.[14]” Görüldüğü gibi İlahiyat Fakültesi için oluşturulan kadroların niteliğine uygun dersler açılmış ve bu kişiler bir anda “profesör” olarak atanmışlardır.

CHP iktidarı döneminde kurulan İlahiyat Fakültesindeki akademik kültür ve ruhun sadece CHP dönemi ile sınırlı kalmayan bir perspektife sahip olduğu görülecektir[15]. DP döneminde dini alanda meydana gelen yumuşama ve göreli serbestiden ilahiyat fakültelerinin nasiplenemediğine şahit olunacaktır. Nitekim Demokrat Parti’nin iktidar olduğu bir dönemde ortaokullarda din dersinin okutulması konusunu dönemin DP’li Milli Eğitim Bakanı ile görüşen İlahiyat Fakültesi Dekanı Sabri Şakir Ansay, “kendisinin şahsen ortaokullara din dersleri konmasının aleyhinde olduğunu, çünkü bunun irticaa yol açabileceğini söylüyordu.[16]


 

[1] Kıray, Mübeccel B. (2000), Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası, 3. Baskı, Bağlam yayınları, İstanbul, s.53

[2] Dindar ya da muhafazakar değil özellikle “mukaddesatçı” çünkü dönemin ruhunu anlatan kavram budur.

[3] Tuncay, Mete, “Laiklik” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, c.2, s. 570

[4] İslam Ansiklopedisi-İlahiyat Maddesi

[5] Jaschke, Gotthard (1972), Yeni Türkiye’de İslamlık, çev. H. Örs, Bilgi Yayınevi, İstanbul, s. 74-75

[6] Öcal, Mustafa (1998) Cumhuriyet Döneminde Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, sayı7, c:7, s. 243

[7] Jaschke 1972:76

[8] Başgil, Ali Fuat (2007), Din ve Laiklik, Yağmur Yayınevi, İstanbul,  s.195

[9] Jaschke 1972:78

[10] Banguoğlu’nun metin içinde zikredilen konuşması örneğin

[11] Turan, Osman (1979), Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, Nakışlar Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul. s. 101.

[12] Turan 1979:102

[13] İÜ Felsefe Bölümü mezunu ve doktorasını aynı bölümde alan Yörükan diğer atamalarda olduğu 31 Ekim 1949 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla gibi profesör olur(lar).

[14] Jaschke 1972:78

[15] Burada rahmetli Ali Fuat Başgil’in (2007:194) şu eleştirisini de eklemek gerekir. Tevhid-i Tedrisat Kanunun vâzıı bilerek veya bilmeyerek “Yüksek Diyanet Mütehassısı” ile İlahiyat Fakültesi’nden yetişecek olan yüksek ilâhiyatçıyı birbirine karıştırmıştır. İlahiyatçı, din felsefesi, dinler tarihi ve din sosyolojisi öğrenmiş bir mütehassıs veya filozoftur, fakat din adamı değildir. “Yüksek diyanet mütehassısı” ise her şeyden evvel, zühdü takva sahibi bir dindardır; saniyen de muayyen bir dinde yüksek ilim ve kemâl sahibi olmuş bir din adamıdır. Bunlardan biri hakkıyla inanmış, öbürü ise sadece iman üzerinde zekâ oyunu oynamayı öğrenmiştir. Maarif Vekâletine bağlı ve onun murakabesi altında yahut bugün üniversite camiası içinde çalışan bir İlahiyat Fakültesinde, itiraf ederim ki, yüksek ilahiyat felsefecisi ve sosyologu yetişebilir. Fa­kat “yüksek diyanet mütehassısı” din adamı ve âlimi aslâ yetişemez.” Başgil’in buradaki niyetinin kurulmasını istediği ancak henüz kurulmamış olan Yüksek İslam Enstitüsü’nün kurulma sebebini meşrulaştırmayı da hedeflediği göz önünde bulundurulmalıdır

[16] Jashke 1972:127