CHP, bildik CHP profilinin dışına çıkmaya özen göstererek, başörtülüsünden ilahiyatçı hocasına, oradan müftüsüne kadar farklı renkli üyelerini partisine milletvekili, MKYK üyesi vb. şeklinde dâhil etmeye çalışıyor. Ancak partinin farklı kanalları tarafından yapılan açıklamalar ya da icraatlara bakıldığında bu eksende yapılanların sadece zevahiri kurtarmaktan öteye gitmediği anlaşılıyor.
CHP sanki bir şey yapmak istiyor da içerden bir güç, bilinmeyen güç buna engel oluyormuş gibi düşünüyor insan; çünkü CHP’nin tarihi göz önüne alındığında öyle cesur ki açıklamalar… Ancak sonuçta ortaya çıkan ürün malum: CHP hapşırmak isteyip te bir türlü hapşıramayan bir ruh hali içinde.
9 Eylül 2021 tarihinde Balıkesir’in Edremit ilçesinde düşman işgalinden kurtuluşun 99'uncu yıl dönümü münasebetiyle, CHP'li Edremit Belediyesi tarafından tören düzenlenir. Bu törene belediyenin izniyle katılan ÇYDD (Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği) bir müsamere tertip eder. Hikaye bu ya, düşman çarşaflı Türk kadınını zincirlemiştir, aslında görünen o ki, müsamere öncesi çarşaflı kadını zincirleyen de, yaşı hayli geçkin ÇYDD’nin çağdaş kıyafetli kadınları… Müsamere sonunda zincire vurulmuş Türk kadını zincirden kurtarılır ve üzerindeki çarşaftan da sıyrılan kadın bir Afrodit gibi Türk bayrağıyla ayağa kalkar. CHP’nin tek parti dönemine ait bir mizansen. Gericiliğin zincirlerinden kurtarılmayı bekleyen kadının özgürleştirilmesi senaryosu sembolik fragmanlar üzerinden işler. Bu işleyiş Cumhuriyet dönemi CHP’sinin sürekli işlediği temadır.
Bu tema ve semboller sunulurken CHP çok hassas davranır(!) çünkü dindarlarla yobazlar arasındaki farkı göstermek üzerine kuruludur tüm söylem:
- Gerçekten mütedeyyin dindar (dinci değil) insanlarımızı üzmemeliyiz, çünkü onlar güzel dinimize bağlı ve saygılı insanlardır.
- Bir de gelenekleri ve Arap âdetlerini bize din diye yutturmaya çalışan dinciler vardır. Cumhuriyet düşmanı bu yobazlara çok dikkat etmek gerekir çünkü saf, temiz kalpli Anadolu insanının dinsel düşüncelerini bunlar bozmaktadırlar.
- Gerçekte bizim dinimiz, güzeldir, bilime ve insana saygılıdır ama onu yanlış yorumlayan yobazlar, dinimizi ve toplumumuzu gericilik batağının içine çekmektedirler.
CHP ve CHP’li zihniyet bu düşünceyi o kadar içselleştirmiştir ki, bu içselleştirme sonucunda yeni bir din üretmiştir: Yeni ve sahici bir dindir bu. Dincilerin saptırmadıkları, bozmadıkları din… Okuyucu bunun kötü bir senaryo olduğunu düşünebilir ama değil. Fikri Sağlar’ın Kültür Bakanı olduğu dönemde (1992) Kültür Bakanı müsteşarlığı yapan meşhur bir sosyoloji profesörü ile agresif bir TV yorumcusu (X) TV kanalında bayram isimlendirmesi üzerine hararetli biçimde konuştular. Konuşmanın seyri kabaca şöyle seyretti: Ramazan Bayramı yaklaştığında, Ramazan ayı boyunca tutulan oruçların keyfini sürmek için beklenen Şeker Bayramı bu yobazlar yüzünden Ramazan Bayramı olarak adlandırılır. Yıllardır bu ülkede Şeker Bayramı olarak kutlanan bu bayramı gericiler, kendi dini yorumlarına göre yeniden adlandırmışlardır, olacak iş değil(!).
Ramazan Bayramı deyince, CHP’nin anladığı laiklik anlayışının sınırlarını göstermesi bakımından örnek bir olay da İnönü’nün damadı tarafından dile getirilen bir olay üzerinden gösterilebilir. Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları adlı eserdeki olay şu şekilde ifade edilir: 1957 yılında Eyüp Sultan Camii, Menderes’in talimatıyla restore edilir. Bu açılış İnönü ve damadı tarafından dinin istismarı olarak yorumlanır. Ancak sadece açılış değil Ramazan ayında Radyodan Kur’an okunması, inananların Allah ve peygamberi anmaları bir tür laikliği ihlal ve irtica işareti olarak okunur ve kırmızı çizgi hemen çekilir damat tarafından, bu tür ihlaller sonrası “Atatürk’ün kabrinde en fazla ıztırap çektiği gün[1]”den bahsedilerek rahatsızlığın ulaşacağı boyut hatırlatılır.
“1958 ve 1959 ramazanı cumhuriyetten bu yana bir iktidarın dini nasıl istismar edebileceğini o zamana kadar gösteren en aşırı iki örnek oldu. Radyo, bu istismarın başlıca, aracı olarak kullanıldı. Otuz gün süreyle Kuranlı, ezanlı ve neyli programlar yayımlandı[2].”
İsmet İnönü’nün damadı, Ramazan ayında okutulan Kur’an’ ı ve mevlitleri laikliğe aykırı eylem ve irtica olarak görürken, camilerde iftar yapılmasından rahatsızlığını dile getirir. Mevlit okunurken kendinden geçenlerin “nara atma”larından söz ederken de kinayeli biçimde iftarda suyun dışında başka şeyler (içki) içtiklerini söyler.
“Ramazan devam ettikçe gösterişçi sofular cıvıklıklarını arttırdılar ve kutsal ibadet yerlerini piknik mahallerine çevirdiler. Bunlar, hazırladıkları dolmalar, köfteler, helvalarla camilere doluyorlar, iftar vakti çoluk çocuk bunları orada açıp yemeye başlıyorlar, caminin içinde güle oynaya iftar ediyorlar, sonra da mevlide kalıyorlardı. Bu mevlitlerin radyolardan yayımlanması sırasında, sözümona coşkuyla fırlatılan naralardan bir kısmı iftarlara sudan başka şeylerin de karışmış olduğu izlenimini veriyordu[3].
Damadın rahatsız olduğu kutsal ibadet yerlerinde yapılan cıvıklık ve buranın piknik yerine dönüştürülmesi değilmiş gibi görünüyor; aslında onun rahatsız olduğu şey, mü’minlerin burada güle oynaya iftar etmesi. Onlar güle oynaya iftar etmesin de kim etsin, az şey mi? Kulun ödülünü doğrudan Yaratandan alacağı ânı yaşıyorlar. Bir de “sözümona coşkuyla fırlatılan nara…” ifadesi var, mevlit dinlenirken burada da yine küçümseyici, aşağılayıcı bakış devam eder, mevlit veya Kur’an dinlerken cezbeye kapılarak kendinden geçen dinleyicilerin coşkulu feryatlarını hiçbir empati göstermeksizin iftarda suya karıştırılan içki imasıyla açıklar. Cami kutsaldır … ama o kadar. Din de dindarlara bırakılamayacak kadar kutsaldır(!). İnsan iftar sonrası bir de yediklerini eritmek için egzersiz yapmaya başladılar diyerek, akşam namazı tarifini bekliyor.
Kur’an okunurken ya da mevlit dinlerken yaşanan cezbeyi hissetmek ve kendinden geçmek ancak bir bilinç açıklığı ile mümkündür. Bu cezbe için Hz. Ömer’in peygamberi öldürme niyetiyle giderken dinlediği Kur’an’la cezbeye kapılıp, İslamiyet’le şereflenmesi örneklendirilebilir. Gazeteci Metin Toker’in yukarıda bahsedilen benzetmesi, Özdemir İnce’nin Coelho’nun Simyacı adlı eserini çevirirken yaptığı hataya benziyor. Mehmet E. Yavuz, eserdeki benzetme ve tasvirlerle ilgili şunları yazar[4]:
“İnce'nin çevirdiği "Simyacı"da, sonraki baskılarda değişmediyse, ilginç benzetme ve tasvirler var. Örneğin kitabın bir yerinde yazar, "yüksek kulelere çıkıp şarkı okuyan adamlar"dan sözediyor. Bunun ne olabileceğini düşünüyorsunuz. İlerleyen bölümlerden anlıyorsunuz ki, yazar minarede ezan okuyan müezzinleri anlatıyor. Hadi Coelho bir "yabancı"dır ve bunları bilmeye mezun değildir. Peki, Türk ve muhtemelen Müslüman bir mütercim "minare"yi "kule", "ezan"ı "şarkı", "Kur'an"ı "ağıt" diye çevirir mi? Bu ne laubalilik!”
Gazeteci Metin Toker’in yazdıkları üzerinden dönemin CHP’sinin dine yönelik bakışına dair ipuçlarını bulmak mümkün. Toker, ramazanı karanlıkla, yobazlıkla, yobazlığın hortlaması ile anmaktadır. Bu ayda dini eğilimlerinin artmasını anormal bir durum olarak görür. Menderes’in Londra dönüşü uçak kazasından kurtulması sonrasında halkın ona yönelik artan teveccühü ve mucizevi kurtuluşunu onun halkın gözünde halife olarak görülmesiyle çakıştırarak rejimin nasıl bir tehdit altında olduğunun altını çizer. Artık rejimin temellerinin oyulduğu bir durumda askere göz kırpmanın vakti gelmiştir.
“Biz Türkiye'de, 1958 yılında, o yılki ramazandan daha koyu ve daha karanlık, yobazlığın daha fazla hortladığı bir ramazanın geçirilemeyeceğini düşünmüştük. Halbuki Londra uçak kazasından yirmi gün kadar sonra gelen 1959 ramazanı bütün tahminleri aştı. 1958 ramazanında Allah ve Muhammet vardı. 1959 ramazanında, DP'liler Menderes'i de kattılar. Artık Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı erenlere karışmıştı ve biz faniler gibi muamele görmüyordu. Bilhassa ramazanda hava öyle oldu ki rejimin değişip değişmediği konusunda adeta insanın tereddüt edeceği geldi ve çok kimse Menderes'in şahsında halifeliğin avdet edip etmediğini kendi kendine sordu. 27 Mayısın hazırlıklarının bu endişeden de kuvvet almadığını söylemek kabil değildir[5].”
Tek Parti dönemi sonrasında bile CHP toplumun doğal olarak değiştiğini kabulde zorlanmıştır. CHP zihniyeti dini kendi yorumlayıp, dine ve dini sembollere kendi anlam ve isim verirken dini olanı özünden çıkarttığının ve onu yeniden tanımladığının farkında değil. Kendini (hâlâ) muktedir olarak gördüğü için de bu konuda daha fazla ısrar ediyor. Oysa bugün artık iktidar değil; iktidar olmadığı için de toplumsal değişmeyi yönlendiremiyor, kendi kurucu ilkeleri olarak gördüğü alanda meydana gelen değişimlere şahit olmak da onu giderek daha fazla saldırganlaştırıyor. Toplumun giderek daha fazla muhafazakârlaşması, başörtülü sayısının artması değil onları rahatsız eden. Başörtülülerin orta ve üst sınıfa tırmanmaları beyaz yakalı meslek sahibi olmaları, lüks arabalara binmeleri, yazın 5-7 yıldızlı otellerde tatil yapmaları. Ha bir de dolmalarla, köfte ve helvalarla iftar faslı var tabii… Oysa eskiden ne güzeldi bu başörtülüler: Ya köylü, ya da taşralı idi. Modernleştirilmesi gereken ve kendileri de (Türk filmlerinde olduğu gibi) modernleşmek isteyen, şehre doğru kaçmaya çalışan tiplerdi. Oysa bu yeni dindarlar kendi modern tarzlarını oluşturuyorlar, söz dinlemiyorlar, iyi mesleklere ve iyi gelirlere sahipler. Sadece ideolojik rakip değil ekonomik olarak da hatta kültürel iktidarı tesis etmede de rakipler artık.
Onlar, yani dindarlar, muhafazakârlar kendilerini zincirleyen geleneksel iktidarın zincirlerini kırdıkları için rahatlar; hatta artık kendi kendilerine eleştiri yapıyorlar, sorguluyorlar, siyasi pozisyon değiştiriyorlar. Yani modern ve mobil bireyler olarak hayatlarını yaşıyorlar. Oysa CHP hâlâ Tek Parti dönemindeki altın çağını anımsayarak ve kendine hatırlatarak kendine ızdırap çektiriyor, CHP değişmeli, zincirini kırmalı, zaten “Aydınlanma” tam da böyle bir şey… Meşhur Alman aydınlanmacısı Kant’ın dediği gibi: “Aydınlanma, insanın (CHP’nin) kendi eliyle düştüğü ergin olamama durumundan (metinde kastedilen Ortaçağ skolastik zihniyeti, CHP için, Tek Parti dönemi halet-i ruhiyesinden) kendi iradesiyle kurtulma mücadelesidir”. Ha gayret!...
[1] Toker, Metin (1991) Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları: Demokrasiden Darbeye 1957-1960, Bilgi yayınevi, Ankara. S.220
[2] Toker 1991:80
[3] Toker 1991:81
[4] https://www.yenisafak.com/arsiv/2003/nisan/14/meyavuz.html
[5] Toker 1991:208-209