28 Şubat Muhtırası her ne kadar muhtıra içinde yer alan aktörlerden birinin[1] tabiriyle “postmodern darbe” olarak adlandırılsa da açık ve sert bir muhtıradan başka bir anlam ifade etmiyordu. Tüm darbe ve devrim beklentisi içinde hareket edenlerde olduğu gibi hatta onlardan daha iddialı biçimde “28 Şubat sürecinin bin yıl süreceği” iddiası da muhatapların dile getirdikleri bir slogan haline gelmişti.
Devrimlerin kendi çocuklarını yemesi gibi darbeler de bu hedeflerine her zaman ulaşamıyorlar. Bir de eylem, her ne kadar yapanların gözünde kanuni bir meşruiyete sahip olsa da gerçekte demokratik bir seçimle işbaşına geçen hükumetin demokratik olmayan yollardan uzaklaştırılmasını mümkün kıldığı için hukuki olarak da gayrı meşru nitelikte, bu yüzden süreç içinde yer alanların mahkûmiyet kararı sonucu ortaya çıkıyor. Ancak belki de bunlardan çok daha önemli ve derin iz bırakan durum, 28 Şubat sürecinin mütedeyyin insanlarda özellikle kamu kurumlarında çalışan ve üniversitelerde okuyan başörtülü vatandaşlarda bıraktığı izdir. Bu süreç, ordu içindeki bir grup seküler mensubunun, niyetleri bu olmasa da muhafazakâr bir partinin iktidara taşınmasına payandalık etmiş olduğunu gösterdi. Darbe ve muhtıraya başvurulmasının nedeni de bu tür partilerin iktidara gelmesinin önlenmesiydi. Çünkü demokrasi, büyük halk kitlelerinin darbeciler için meşru görülmeyen partileri işbaşına getiriyordu. Nitekim 1960 darbesi ve sonrasında 1961 seçimleri ile birlikte ortaya çıkan tablo, darbecilerin beklemediği bir seçim sonucunu ortaya çıkarmıştı. Bu sonuç, ordu tarafından en basitinden yeni hükümetin kim tarafından kurulması gerektiği gibi bir yönlendirmenin ortaya konulmasına sebep olmuştur. Bununla yetinmeyenler ise, 1962 ve 1963’te başarısız iki darbe girişiminde bulunmuştur. Bu başarısız darbe girişimleri, 12 Mart 1971’de bir muhtıra, 12 Eylül 1980’de bir darbe, 28 Şubat 1997 tarihinde postmodern darbe olarak anılan bir muhtıra, 27 Nisan 2007 tarihli e-Muhtıra ve son olarak da 15 Temmuz başarısız darbe girişimi ile nihayetlenmiştir.
Askeri darbeler modern toplumların güçlü demokratik kurumlara sahip olmaları nedeniyle çok da şahit olmadıkları bir durum iken, geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde zaman zaman karşılaşılan vakalardandır. Bu nedenle askeri darbelerle modernlik arasında negatif bir korelasyon kurulabilir. Çünkü modernlik bir yandan özgürlük, eşitlik, akılcılaşma, birey vb. gibi kavramları ortaya çıkarırken diğer yandan devlet iktidarını sınırlandırıp bireysel hak ve özgürlük alanını genişleten anayasayı ifade eder. Aynı zamanda modernlik, her ne kadar kökleri daha eskiye dayansa da, toplumsal düzeni sağlamada hukukun merkezi rolüne vurgu yapan hukuk devletinin ön plana çıkmasını ifade eder. Modernite, hukuk ve devlet arasındaki ilişki Max Weber’in modern toplumlara özgülediği hukuki ve rasyonel otorite ile yakından bağlantılıdır. Modern toplumlarda hukuk kuralları akıl süzgecinden geçen ilkelere dayanır. Otoriteyi de meşru kılan onun hukuki ve akli ilkelere dayanmasıdır. Kararların, iktidarı meşru olmayan yollarla ele geçiren bir grup oligarşik kurmay heyet tarafından alınması (her ne kadar bu heyet kararların hukuki olduğunu beyan etse dahi) modern düşünce ile tutarlı olamaz. Aynı zamanda modernliğin çok önemli bir göstergesi olan demokratik yönetimin varlığının ortadan kaldırılması ya da sözde “demokrasiye balans ayarı yapma” iddiası, “sözde postmodern darbe” marifetiyle bile olsa modernitenin ana ilkeleriyle uyuşmaz. Bu yüzden demokratik toplumlarda darbe, geleneksel ya da postmodern yollarla da yapılsa modern hukuk devleti yargılamasını modernliğin ilkelerine uygun olarak yapar. Modern demokrasilerin temel özelliği, iktidarın kan dökülmeden el değiştirmesidir. Bu değişimin aracı da demokratik yollar ve demokratik seçimlerdir. Türkiye’nin siyasal modernleşmesi monarşiden meşruti monarşiye oradan Cumhuriyete doğru giderken Türkiye sancılı süreçler sonrası modernitenin siyasal izdüşümü olan demokrasi ile tanışmıştır. Modernleşmenin zorunlu bir şartı olarak demokrasiye geçmek için özendirici dış etkenlerin de etkisi olmuştur ancak istikameti modern dünya olan Türkiye’nin içsel gayretinin de olduğunu unutmamak gerekir. Demokratik bir Türkiye’de hükümetlerin iktidardan indirilmesi ancak demokratik yollarla ve demokratik rekabet içinde olabilir, darbe yargılamalarının arkasında yatan ana motivasyon da budur.
Askerin siyasete müdahale etmesinin Türkiye’nin siyasi geçmişine özgü mirası bugüne dair bir kaç uzantı alanı bulmuştur: İlk olarak, siyasetin (aslında siyasetçilerin) kendi menfaatleri peşinde koşan ve bu yüzden de yoldan çıkan ayrıca Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden sapan davranış sergileme olasılıkları siyasete müdahale etmeyi meşru kılar. Bu ilkenin altında siyasetin “kirli” ve “menfaat” içeren bu nedenle de olumsuzlanan yönünün olduğunu da unutmamak gerekir. Bunun yanında merkezi iktidar karşısında güçlü bir sivil toplumun olmaması da devleti yönetmek ya da iktidar sahibi olmak isteyenlerin doğrudan doğruya devlet yönetimine talip olmalarına imkan sağlar. Bu hem asker hem de muhalefet için geçerlidir. İktidarın meşru olmayan yollardan (örneğin darbe ile) ele geçirilmesinin engellenmesi güçlü bir sivil toplum ve bu topluma içkin demokratik bilinç ile mümkündür.
Türkiye’deki askeri darbeler ya da muhtıralar göstermektedir ki, asker darbe girişimini sadece kendi kaynaklarıyla yapmamaktadır. Kamu ya da sivil toplum alanındaki birçok aktör doğrudan bu süreci tetikleyecek girişimde bulunacak katalizör işlevi gömektedir. 1960 darbesinde akademisyenlerin, 28 Şubat sürecinde medyanın oynadığı rol hatırlandığında, darbelere karşı mücadele edilirken demokrasi referans ve ölçüt alınarak söz konusu kurumların demokrasiye daha fazla katkı yapmalarının önünü açacak kamusal tartışma zemini ve sivil bilinç inşa sürecinin ne kadar önemli olduğu açıktır.
[1] Çevik Bir sonradan bu ifadenin kendisine ait olmadığını söylese de onunla anılmaya devam etti.