2015 Yılında Kimya alanında Nobel ödülü alan Prof. Dr. Aziz Sancar’a BBC muhabirinin telefon görüşmesinde yönelttiği soruyu ve aldığı cevabı hatırlamayan yoktur. Ancak yine de hatırlatmakta yarar var[1]:
"BBC'nin bana sorduğu ilk soru, 'Siz Arap mısınız?' oldu. Ben Türküm, o kadar. Mardin'de doğmuşsam, Cizre'de de doğmuşsam, Kars'ta da doğmuşsam ben Türküm."
Modern dünyanın etnik takıntıları geride bıraktığına inananların başka ülkelerde etnik köken üzerine odaklanmasının özel bir sebebi vardır.
Türkiye’de devletin ekonomik ve siyaseten güçsüzleştiği dönemler aynı zamanda etnik gerilimlerin de yoğunlaştığı dönemlerle örtüşür. Bu ikisi arasında kesin bir sebep sonuç ilişkisi olduğu anlamına gelmez ancak ekonomik sorunların etnik köken üzerinden analizi bu sorunu kaşımak isteyenler için onu kullanışlı bir araç haline getirir.
Türkiye gibi imparatorluk geçmişi olan toplumlarda üstelik sınırların etnisite alanları esas alınarak çizilmediği ve bunun da imparatorluk-ümmet- millet sistemi temelinden ve kökünden dolayı çok da mümkün olmadığı durumlarda, etnik yelpazenin dalgalı ebru gibi içiçe geçtiği görülür. Tıpkı bir ebru gibi çünkü renkler desene desen de estetiğe dönüşür.
Aziz Sancar’a BBC’nin yönelttiği soru gibi değil ama muhatabının ima ettiği anlamın verdiği rahatsızlıktan dolayı Alman resmi kanalı Deutsche Welle (DW) Türkçe’nin programı da benzer bir tepkiye sebep oldu. Çünkü programdaki konuşmacı, Çerkeslerin bir etnik topluluk olarak Türkiye’de asimile edildiğini, kimliklerinin inkar edildiğini söylüyordu.
Asmilasyon, göçmen bir topluluğun yeni yerleştiği toplumun kültürüne uyum sağlamasını ve bu süreçte kendi kültüründen vazgeçme ya da unutmasını ifade eder ancak kelime bu kadar masum değil çünkü bu sürecin bazen zorla yapıldığını da içinde barındırır. Zaten DW’ye konuşan kişi, Türkleştirme politikaları güdülmesi ve Türkiye’de Çerkes varlığının inkar edilmesinin altını çizdiğinden ima ettiği tam da bu zorlama sürecidir. Youtube’da yayınlanan videoya yönelik yorumlarda Çerkeslerin konuşmaya daha çok tepki verdiği görülüyor.
Çerkeslerin asimile edildiği ve varlıklarının inkar edildiği iddiası, Türkiye’de kimlik tartışmalarının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu tartışma Çerkeslerin Osmanlı Türkiye’sine gelme sürecini ve bu dönemdeki millet sürecini bilmeyi gerektirir aksi takdirde bağlamından kopuk ele alındığında DW ya da BBC penceresinden Sadece Kürtler değil Çerkesler de azınlık statüsüne konulur.
Osmanlı “millet sistemi” toplumsal kategorileştirmeyi din (Hristiyan topluluklar için mezhep) üzerinden yaptığından iki boyutlu ve çok parçalı bir yapı ortaya çıkar. Önce Müslümanlar yani millet-i hâkime ve sonra da millet-i mahkûme yani zimmî hukuka bağlanan gayri müslimler. Çerkesler Müslüman oldukları için daha baştan büyük Osmanlı milletinin bir parçası olarak kabul görmüşlerdir. Bu psikolojik üstünlük ve gittiği başka (yabancı değil!) bir ülkedeki kabul duygusu konuşmacının nedense anlamakta zorlandığı bir soru ve verdiği cevap Çerkesleri sadece araçsallaştıran bir anlama sahip: “Osmanlıda nüfus azalması vardı, nüfusa ihtiyacı vardı. (Çerkesler) hem Müslüman, hem savaşçı hem de Rus düşmanı.” Konuşmacının bundan önce verdiği cevap ise tarihten ve medeniyetten ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor: “Neden Türkiye, Osmanlı? Çünkü onlara avuç açacak başka ülke yoktu!”. Osmanlıya karşı bir minnet duygusundan çok Batılı ülkelere bir sitem var sanki; Siz medeni dünyaya kabul etmediğiniz için bizim atalarımız, azınlık (!) statüsüne girdiği Osmanlıya sığınmak zorunda kaldı. Mülakatın azınlık oluşturma gayreti tarih ve medeniyet bilgisinden eksik olduğu için külliyen yapay bir söylem olarak kalıyor.
Osmanlı elbette onlar için sığınak olacaktı oysa sadece Çerkeslerin değil bütün ezilen ve mazlumların sığınağıydı Osmanlı, en güçsüz dönemlerinde en güçlülere karşı bile. Polonyalı Konstanty Borzecki ya da nam-ı diğer Mustafa Celalettin Paşa’nın 1848’de başarısız Polonya ayaklanması sonrası Türkiye’ye sığınması ve peşi sıra Müslüman olması da Osmanlının kendisine sığınan insanların dini ya da milliyetine bakmadığına bir örnektir.
Mustafa Celalettin Paşa üzerinde durmaya değer çünkü Türklerin modern dünyaya tanıtılmasını hedefleyen bir eseri vardır ve bu eserin amacı, Avrupalılarca barbar olarak tanımlanan Türklerin gerçekte barbar olmadıklarını tüm dünyaya göstermektir. Eserin Fransızca yazılmasının amacının da muhatabın batı dünyası olduğunu gösterdiği açıktır. Eski ve Modern Türkler[2] adlı eser, Türkçülüğün ana kaynaklarından biri olarak da ayrı bir öneme sahiptir.
Buraya kadar yazılanları kısaca özetlersek, Avrupalı perspektifinden bakıldığında yani Osmanlı millet sistemi açısından bakılmadığı zaman Osmanlı içindeki Müslüman etnilerin durumunu anlamak mümkün olmaz çünkü paradigma farkı (Thomas Kuhn’un tabiriyle “din farkı”) vardır arada. İkincisi, Osmanlıya sığınanlar bunu başka bir yere gidemedikleri için ve gidebilecekleri tek yer burası olduğu için gelmişlerdir. Geldikleri zaman da büyük Osmanlı toplumunun bir parçası olmaktan rahatsız olmayıp, hatta bu toplumu ve devleti domine eden aktörler haline gelmişlerdir, imparatorluğun diğer unsurları gibi. İmparatorluğa çıkış yolu arayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularının etnik kimlikleri bile devletin ne tür bir asimilasyon (!) politikasına sahip olduğunu gösterir. Derneğin ilk adıyla İttihâd-ı Osmânî Cemiyetini kuranlar, iki Kürt (İshak Sükuti ve Abdullah Cevdet) ile bir Arnavut (İbrahim Temo) ve bir Çerkes’dir (Mehmet Reşid). Türk milliyetçiliğinin öncü isimleri arasında yer alan Ömer Seyfettin Çerkes’tir. Hülasa konuşmacının DW’deki “etnik olarak Çerkesiz Türkler gibi ayrı bir milletiz, ayrı bir dilimiz, folklorumuz var, mitolojimiz var…” ifadeleri etnisite ile millet ve üst kimlik ve alt kimlik arasındaki yanlış anlama ve yorumlamadan kaynaklanmaktadır.
Geçmişte de şimdi de imparatorluklar ve devletler homojen etniden oluşmazlar birçok etnik topluluktan oluşabilir. Antropologların tüm dünyada 5000’den fazla etnik topluluktan söz etmelerine rağmen, Birleşmiş Milletler’in (UN) 206 devletten söz ettiği görülmektedir. Öyleyse etnilerin daha dar ve bu anlamda daha homojen topluluklar oldukları, devletlerin milletlerinin (etnilere kıyasla) daha heterojen özelliklere sahip olduğu açıktır. Etniler aynı dile, dine, kültüre, (gerçek ya da hayali) ortak ata kültüne, mitlere sahiptirler ve sahip oldukları çeşitli özellikler bakımından örneğin giyim-kuşam açısından kendilerini diğer topluluklardan farklı görürken diğerleri de onları kendilerinden farklı görür. Bu anlamda iç tutunumları daha fazladır. Milletler etnilerin sahip olduğu bu özelliklere sahip olmanın yanında onlardan ayrı olarak, bir ülkeye ihtiyaç duyarlar. Milleti millet yapan topraktır, memlekettir, ülkedir (territory). Etninin ülke-toprakla olan bağı dolaylı ya da hissi olabilir oysa milletin toprağı ve ülkesi olmazsa millet olamaz. Sosyal evrim açısından düşünüldüğünde, milletler etnilerin evrilmiş, ortak bir hukuk ve ekonomi sistemine sahip olan devletleşmiş halidir. Milletler tek bir etniden oluşmaz, hakim bir etninin yanında bir çok etninin bileşimiyle meydana gelir. İttihad-ı Osmani’nin (İttihat ve Terakki) kurucularının (iki Kürt, bir Arnavut ve bir Çerkes’in) bir araya gelerek Batılıların Türk imparatorluğu olarak adlandırdıkları Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’yi kurtarma istekleri, kendi etnik kimliklerinin ötesinde bir kimliğe ait olduklarını düşünen münevverlerin bir üst kimlik (Osmanlı-İslam-Türk kimliği) adına hareket ettiklerini gösterir.
Farklı etnik kimliğe sahip olmalarına rağmen Osmanlının son dönemlerinde varolan devletin bunalımına bir üst kimlik olarak (hiçbir etnik referans ifade etmeyen) Türklük, İslamlık ya da Osmanlılık kimlikleriyle son vermeye çalıştıkları görülür. Yoksa Arnavut Şemsettin Sami’yi, Kürtlüğünü inkâr etmeyen Türkçü Ziya Gökalp’i, Çerkes Ömer Seyfettin’i anlamak mümkün değildir. Peki ne oldu da tüm bu farklı etnik kökene sahip insanlar Türklükten dem vurarak millet inşa etmeye çalıştılar? Çünkü coğrafya ancak buna müsait bir maya barındırıyordu. Bu Türklük, dışlamayan, Gökalp’in tabiriyle ırk kökenine oturmayan ve sadece milletine hizmet etmek isteyenlerin Türklüğüydü, dili diline, dini dinine benzeyenlerin Türklüğüydü. Milliyetçilik ancak Türklük üzerinden işleyebilecek bir alan bulabiliyordu. Gökalp’in tabiriyle, imparatorluk, milliyetçilik mikrobunun Balkanlara yayılmasıyla güçsüzleşmişti şimdi bu mikroptan faydalanma sırası Türklere gelmişti, bunalım dönemlerinde milletlere adeta yeniden can veren mefkûre (Türklük ülküsü), bu milleti içine düştüğü bunalımdan çıkaracaktı. Türk milliyetçiliğinin imparatorluktaki anlamı ve karşılığı buydu. Bu yüzden Türklük, etnik unsurların çok ötesinde bir kurtuluş mücadelesinin katalizörü ve üst kimlikti. Cumhuriyetle birlikte örneğin Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanındaki vurguda olduğu gibi, Türklerin de Türkleştirilmesi başlı başına bir edebiyat konusu olacaktı.
Etnik topluluklar hâkim kültüre girdikleri zaman kendi kimliklerine daha fazla sarılır ve benzerleriyle bir arada yaşama isteğiyle onu muhafaza etmek isterler ancak diğer taraftan da hâkim kültürle temaslarını sürdürerek uyum sürecini de sorunsuz çözmek isterler. Osmanlının geniş çokkültürlü denizi bu farklılıkları sürdürmek için etnilere verimli bir havza sunmuştur. Burada Osmanlı dilinin (yani Türkçe’nin) imparatorluk için bir lingua franca (ortak dil) olduğunu da unutmamak gerekir. Nitekim DW’nin Çerkesleri anlattığını iddia ettiği programda konuşan hanımefendinin belirttiği gibi, babası Kabartay, annesi Ibıh yani başka bir etni olduğundan ve her iki etninin de dili farklı olduğundan evde Türkçe konuşmak zorunda kaldıkları belirtilmiştir ki bunun ne asimilasyonla ne de Türkleştirmeyle izah edilemeyeceği açıktır.
[1] https://www.milliyet.com.tr/gundem/sancar-ben-turkum-o-kadar-2128721
[2] https://www.kitapyurdu.com/kitap/eski-ve-modern-turkler/347777.html