Din ve Milliyetçiliğin Kesişimi: Etno-dini Radikalizm Olarak Yahudilik
Milliyetçiliği modern dönemlerde ortaya çıkan bir olgu olarak görmek onun modern toplumlarda dinin yerine getirdiği kurumsal ikame görevini yürüttüğünü de göz önünde bulundurmak anlamına gelir. Sosyolojinin sistemleştiricilerinden E. Durkheim’ın mümin için Tanrı neyse birey için toplum o’dur” meşhur mottosunu, “mümin için Tanrı neyse ulusçu için ulus o’dur” diye okumak, modern dönemde milliyetçiliği anlamak için oldukça anlamlıdır. Milliyetçiliğin yıldızı, dinin bağlayıcı, bütünleştirici özelliğinin zayıfladığı ve onun yerine artık başka toplumsal bütünleştirici ve motive edici hedefler sunan bir ideale sahip olmak gerektiğine inanılan bir dönemde parlar. Özellikle milliyetçiliğin modernist yorumcuları modernitenin kaçınılmaz bir sonucu olarak dinin gündelik hayattaki etkisinin ve işlevinin giderek azalacağını onun yerine başka kurumların devreye gireceğini belirtirler. Yani dinin etkisi ve gücünün zayıflamasına paralel olarak milliyetçiliğin gücü artmaya başlayacaktır. Milliyetçiliğin kendisiyle birlikte anılan Fransız Devrimi üzerinden okunması, onun devrimle birlikte nasıl yeni bir din halini aldığını ortaya koymaktadır. Milliyetçiliği modern bir dünya dini olarak tanımlayan Hayes, bu süreci şu şekilde ifade eder:
İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi, bir millî ilmihal muamelesi gördü ve 1791 Anayasası tarafından ona iman edilmesi emredildi. Onun üzerine yemin etmeyi reddedenler, sivil aforozla cemaatten atıldı ve ona sadakat yemini eden yabancılar mü'minler safına kabul edildi ve azizler kominyonuna dâhil edildi. Millet Meclisinin 1791 güzündeki ilk oturumunda, "Oniki yaşlı adam Anayasa Kitabı'nı araştırma âyinine girdiler. Başlarında, iki eliyle kitabı tutup göğsüne bastıran arşivci Camus olmak üzere, yavaş ve ölçülü adımlarla Fransızların yeni Kutsal Kitab'ını taşıyarak döndüler. Bütün milletvekilleri ayağa kalkarak şapkalarını çıkardılar. Camus, vecdle gözlerini aşağıya indirdi." Aynı Meclis, "Bütün komünlerde, anavatana bir kurban taşı dikilmesini ve üzerine de Haklar Beyannamesi'nin ve 'Vatandaş vatan için doğar, vatan için yaşar ve vatan için ölür' yazısının yazılmasını" emretti. İki yıl önce, Strasburg'da, bir papaz, piskopos ve haham tarafından bir "medenî vaftiz" ayini yapılmıştı. Bunun ardından, "medenî nikâhlar" ve "medeni cenaze merasimleri" geldi ve nice asker vatandaşın mezar taşına şu kitabe koyuldu: Mort pour la patrie—"Vatan için öldü"![1]
Fransız Devrimi, sosyolojinin kurucusu Auguste Comte(’un ‘İnsanlık Dini’) gibi nicelerine tam bir dünyevî din kurduracak gelişmeleri ortaya koyar. Ne de olsa yaşanılan çağ bir Aydınlanma Çağı’dır ya da diğer adıyla “Hristiyanlığa reddiye yüzyılı çağı”. Fransız Devrimi, 18. Yüzyılın akıl, ilerleme, hümanizm, evrensellik gibi Aydınlanmacı spektrumunun damıtılması olarak ortaya çıkan Fransız Devrimi din adamlarını bile modern akıl dininin hizmetkârı haline getirir, Hayes’ten devam edelim:
1793 Kasım'ında, şair Marie-Joseph de Chenier, Konvansiyona, devletin dini olarak resmî milliyetçilik kurumunun kabul edilmesini teklif etti. Chenier: ..tek dogması eşitlik olan, vaizleri kanun koyucularımız ve piskoposları da hâkimler olan; insanlık ailesinin tütsüsünü ancak —herkesin annesi ve ilâhı olan—… diye tanımlıyor yeni dini... İki gün sonra, Paris Katolik Piskoposu, "Hürriyet ve kutsal eşitliğe ibadetten başka hiçbir toplu ibadetin artık kalmaması gerekir," açıklamasını yaparak, Hıristiyanlıktan irtidat ettiğini duyurdu. Üç gün daha sonra ise, Nötre Dame katedralinde büyük bir coşkuyla 'Akla' tapınma ayinleri başlatıldı[2].
Aydınlanmacı aklın insanı getireceği nokta buydu çünkü tam da Alman aydınlanmacı Kant’ın dediği gibi akıl artık, Tanrı gibi geleneksel otoritelerin zincirlerinden kurtulup bağımsız bir değişken oluyordu.
Milliyetçiliğin modenist kuramsal versiyonu onu modernleşme süreciyle, sanayileşme ile vb. açıklarken daimicilerden (perennialistlerden), primordialistlere (özcülere-ilkçilere) kadar bir grup teorisyen de onun köklerinin eskiliğine işaret ederler, örneğin Fransız ve İngiliz milliyetçiliklerinin 14 ve 15. Yüzyıllara dayandığını belirtirler. Bu eskiliğin arkasında iki ülkenin birbirleriyle olan mücadeleleri milli kimliklerin pekişmesinde etkili unsur olarak görülürken esas olarak İngiltere’de Kilise ve İncil’in (The Bible) etkisini vurgulayan daimici-perennialist Adrian Hastings, dinin bir çok etnik topluluk, kültür ve devlette bütünleştirici bir rolü olduğunu ve İncil’in Hristiyan dünyasında ulusun (nation) orijinal bir modelini oluşturduğunu belirtir[3]. Hastings, Kilise’ye bağlı Hristiyanların dinî ritüelleri yerine getirirken kendilerinin özel bir topluluk oldukları bilincine de vardıklarını ve bu durumun onların dinî kimlik bilinçlerini daha da yükselttiğini vurgular. Tanrı tarafından seçilmiş olmak, seçilmiş olduğunu düşünen insan topluluğunu diğerlerinden farklı kılar ve seçilmiş topluluk için yeni ‘öteki’ kendi dinlerinden olmayan herkes halini alır. Ne var ki seçilmiş olmak sadece İngiliz Hristiyanlarına özgü bir durum değildir.
Milliyetçiliğin din ile harmanlanması ve din üzerinden tedavüle girmesi, modern toplumlarda dinin etkisinin yok olacağını düşünen kestirmeci modernistler için yumuşak karın boşluğudur. Üstüne bir de milliyetçiliğin kara yüzüyle, nasyonal sosyalizmle yani Alman Faşizmi ile tanışmış ve ondan muzdarip olmuş bir etnik topluluğun ultra milliyetçileri de ortaya çıkınca, modernist teori Thomas Kuhn’un tabiriyle giderek daha fazla anomali (kural dışı) durumlarla baş başa kalır. Buna Protestan İngiltere’ye karşı Katolik İrlandalıların bağımsızlık mücadelesi eklendiğinde dinin milliyetçilikle harmanlanma örneklerinin konuyu yeniden ele almayı gerektiren birden çok durumu ortaya çıkardığı görülür. Ayrıca Avrupa Türkiye’sinin kaybedilmesinde Kiliseler üzerinden örtülü biçimde süregelen Balkan milliyetçilikleri din ve milliyetçilik arasındaki kesişmenin bir çok örneği olduğunu gösterir. Ancak din ve milliyetçiliğin kesişmesinin mükemmel örneği, saf bir etnik kimlik üzerine oturan Yahudi milliyetçiliğidir. Çünkü Yahudi milliyetçiliği, seçilmiş olduğunu düşünen bir halkın milliyetçiliğinin 20. Yüzyılın ikinci yarısından yani modernitenin en olgun çağında, Ortadoğu’da kâbus gibi ortaya çıkmasının örneğidir.
Etno-dini milliyetçilik örneği olarak Yahudi milliyetçiliği
Yahudilerin, kendileri için vaadedilmiş topraklar olarak gördükleri Filistin topraklarında bölgenin demotik halklarına karşı uyguladıkları mezalimi anlamak için Yahudi etno-dini kimliğini ve bu kimliğe yüklenen milliyetçi perspektifi bilmek gerekir.
Ev sahibi Filistinlilerin topraklarına el koyma, kendi evlerinden çıkarma, çocuk ve kadınlar da dâhil sivil insanları gözlerini kırpmadan öldürmenin nedenini ancak homojen etnik topluluğun sahip olduğu dinin (Yahudiliğin) onlara yüklediği misyon ile anlamak mümkün.
Bu misyonu kabaca şu şekilde tanımlayabiliriz:
- Yahudiler Tanrı tarafından seçilmiş halklardır (Tevrat Yasanın Tekrarı (Tesniye) 33: 29 Ne mutlu sana, ey İsrail! Var mı senin gibisi? Sen RAB’bin kurtardığı bir halksın. RAB seni koruyan kalkan ve şanlı kılıcındır. Düşmanların senin önünde küçülecek ve sen onları çiğneyeceksin.”, Tevrat Yasanın Tekrarı (Tesniye) 7:6: “RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için, yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti”).
- Yahudi olmayan (başta Filistinliler ve diğer Araplar olmak üzere) bölge halkları Yahudilere Tanrı tarafından vaadedilen toprakları işgal eden insanlardır ve tanrının emrini yerine getirmek için onlarla mücadele etmek gerekir. Ancak mücadele ederlerse bunun karşılığını göreceklerdir. (Tevrat Yeşaya (İşaya) 14:2: İsrail halkı RAB’bin verdiği topraklarda onları Erkek ve kadın köle olarak sahiplenecek. Kendisini tutsak edenleri tutsak edecek, Kendisini ezenlere egemen olacak)
- Öyleyse onların öldürülmeleri Tanrının bir emridir ve Tanrı zaten Tevrat’ta onların çocuklarına kadar öldürülmelerini emretmektedir. (Tevrat: Samuel: 15:3: Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.” : Tevrat: Yasanın Tekrarı (Tesniye) 7:2 “Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda, tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız”).
İsrail’in 1948’de kurulduğundan beri saldırganlığının ve bölgedeki diğer halkların aleyhine genişlemesinin arkasında diaspora Yahudileri ve onların ekonomik güçleriyle orantılı güçlü lobicilik faaliyetleri yatmaktadır ve genişleme yani saldırganlık temelli devlet politikası, ülkedeki seçimlerle ya da yolsuzlukları örtmekle açıklanmayacak kadar hükümet dışı doğrudan devlet politikası olan bir tercihtir. Çünkü kurulduğu andan beri etrafındaki devletlere, halklara saldırarak genişlemeye çalışan devletin kuruluş felsefesi vaadedilmiş topraklardaki büyük ve ku
[1] Hayes, Carlton J.C. (1995), Milliyetçilik: Bir Din, (çev. M. Çiftkaya), İz, İstanbul, s.84-85
[2] Hayes 1995:85
[3] Hastings, Adrian (1997), The Construction of Nationhood, Cambridge University Press, p.4.