“Direnişçi Avrupacılığın Yükselişi: Avrupa Sivil Toplum Vizyonlarının Haritalanması 2018-2020”
Türkiye’de demokrasi eleştirisi yapılırken, güçlü merkezi devlet otoritesi karşısında sesi kısık bir sivil toplumun varlığından söz etmek adeta bir kural haline gelmiştir. Bu eleştirinin arkasında yatan varsayım, sivil toplum ve demokrasi arasında birbirini besleyen, destekleyen ve pekiştiren ilişki ağlarının varlığıdır. Sivil toplumu, kent soylu orta sınıfı temsil anlamında burjuva sınıfı ile ilişkilendirdiğinizde söz konusu varsayımın haklılık payı da vardır. Ancak merkezi güce karşı alternatif güç odağı oluşturma anlamında Osmanlı köklerine kadar izleri bulunan sivil güç odaklarının izleri epistemik kazılarla bulunabilir. Ulema ya da cemaatler (tarikatlar), vakıflar, kamuoyu oluşturma aracı olarak gazetenin ortaya çıkmasıyla birlikte gazeteciler ve onların içinde yer aldıkları siyasi ya da düşünsel örgütler sivil toplumun Osmanlı’daki izdüşümleri olarak okunabilir. “Ordu göreve!” pankartını asan STK’larla, Patrona Halil’i ya da Kabakçı Mustafa’yı isyana (darbeye) sevk eden ulema arasında sadece dönem ve pozisyon farkı vardır. Yazının başlığını hatırlayan okuyucu yeniçeri isyanlarıyla Avrupa’da yükselen direnişçilik arasında bir ilişki kurduğumu düşünmeden:) ana mevzuya geçmekte yarar var.
Ana mevzuya geçerken altı çizilmesi gereken bir husus da, sivil toplumun ana aktörleri olarak STK’ların yapabilirlik gücünün ne olduğuna dair zaman, mekan ve vak’a eksenli genelleme yapmaktan kaçınmak gerektiğidir. Örneğin Greenpeace, Shell’in Atlantik’teki platformunu doğaya zarar verdiği gerekçesiyle, milyarlarca dolar harcatarak yerini değiştirtebilir. Ancak, ülkeleri, Batılı güçler tarafından tarumar edilenler, Batıya göç ederken gayri insani muamelelere maruz kaldığında, tıpkı 16. yüzyıldan itibaren başlayan Afrikalı köle ticaretinde, milyonlarca kölenin yollarda uygun olmayan taşıma şartları nedeniyle ölmesi gibi öldüklerinde, STK’ların gücünün nereye kadar yeterli olduğu sorgusu ortaya çıkar. Üstelik Batıya gitmeye çalışan bu göçmenlerin yaşadığı sahne her gün tüm dünyanın gözü önünde tekrarlanır. Amma ve lakin tüm dünyanın insanları adına sözcülük yapma iddiasıyla var olduklarını dile getiren STK’lar bu sorunu çözme adına hükümetlerine güç yetiremezler. STK’ların güç yetiremedikleri bu hükümetler de, Türkiye gibi ülkelere demokrasilerini geliştirmek için STK’lara yer açmaları, onların karar alımına katılmaları gerektiği yönünde üst perdeden akıl vermeye çalışırlar. İşte aşağıda kısaca ele alınan rapor da Avrupa’da örneğin, küresel göç gibi bir sorun karşısında Avrupa sivil toplumunun gücünü göstermesi açısından ipucu niteliğine sahip bir rapor.
Avrupa’daki çeşitli kuruluş ve hareketlerin Avrupa'nın geleceğini nasıl tasavvur ettiğini ortaya çıkarmayı hedefleyen çalışma[1], London School of Economics and Political Science bünyesinde yürütülmüş ve bir rapor olarak ortaya konulmuş.
2018 ve 2020 yılları arasında Avrupa sivil toplumundaki gelişmelerin haritalanmasını ve izlenmesini içeren araştırma, Avrupa siyaseti için çalkantılı bir dönemde, Avro Bölgesi ve Brexit'teki arızalardan Orta Doğu ve Afrika'dan göçün kaotik yönetimine ve Coronavirüs pandemisine kadar on yıldan fazla süren krizleri özetliyor.
Raporda, çok sayıda krizin yaşandığı son birkaç on yılda Avrupa'daki sivil toplumun Avrupa projesine yönelik tutumunun dramatik bir biçimde değiştiğinin altı çizilir. Avrupa Sivil Toplum Vizyonlarının Haritalanması 2018-2020 projesi, iki yıllık bir süre boyunca Avrupa sivil toplumundaki gelişmeleri izleyip haritalandırarak meydana gelen değişikliklerin doğasını ve sonuçlarını ortaya koymayı hedeflediğini belirtir.
Projeye göre Avrupa’da dikkat çeken ilk durum; Avrupa'da birbiriyle rekabetçi vizyonlarıyla ortaya çıkmakta olan bir Avrupa kamusal alanının varlığıdır. Rekabet eden alanlardan biri, Avrupa yanlısı ve inşa edilmesi gereken bir Avrupa’dan bahseden direnişçi Avrupalıları ifade ederken diğeri, Avrupa birliği karşıtlığı ve uluslardan oluşan bir Avrupa'yı tercih eden sağcı hareketleri ifade eder. Proje kapsamında incelenen örgütler ve hareketler Normatif, Popüler ve Duyarlı Avrupa vizyonları olarak tanımlanan süreci tercih etmektedirler.
Projeden çıkan ikinci sonuç, Avrupa'da sivil toplumunun siyasallaştığı yönündedir. Proje bu bağlamda 45 derece adını verdiği bir teoriyi dile getirir. 45 derece teorisi, politika ve yönetişimi etkilemeye odaklanan dikey sivil toplum ile bir dizi konuda taban düzeyinde aktif olan yatay sivil toplum arasındaki geleneksel ayrımın dökümünü tanımlamak için kullanılmıştır. Teoriye göre, siyaset artık ne tamamen yatay ne de yukarıdan aşağıya yani hiyerarşiktir. Geleneksel olarak taban, siyasi sınıftan sıklıkla şüphelenir. Değişen şey, tabandan sivil toplumun resmi siyasetle meşgul olmaya hazır olmasıdır. Avrupa düzeyindeki bu değişim 45 derece siyaseti olarak adlandırılır.
Projeden çıkan üçüncü sonuç, vatandaşın katılım talebinin arttırılması yönündeki istektir. Çalışmanın konusu olan hareketler için iklim değişikliği, sosyal adalet ve eşitsizliğe karşı koymanın yanı sıra ırksal adalet ve göçmen hakları konuları son derece dikkat çekici olsa da, çalışmadan ortaya çıkan en önemli talep vatandaş katılımının (Avrupa Birliği yönetimine katılım) artırılmasıdır.
Rapora göre geçtiğimiz on yıl, Avrupa sivil alanı giderek daha fazla siyasallaştı. Avrupa entegrasyonu daha önce büyük ölçüde depolitize edici olarak görülüyordu. AB, Batı demokrasisindeki apolitik 'boşluğa' katkıda bulunuyor olarak görülüyordu. Ancak Euro Bölgesi krizi, Avrupa'nın karar alma süreçlerinin oldukça politik karakterini ortaya çıkardı. Bu siyasallaşma süreci, 2014'ten itibaren göç dalgasının kötü idare edilmesiyle hızlandı. Avrupa'nın krize toplu bir insani müdahalede anlaşamaması, Avrupa medyasında bir "ölüm gösterisi" yarattı ve aşırı sağ ajitasyonun ekseni haline geldi.
Rapor Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı üç olay/süreç üzerinden sivil toplum analizi yapmaktadır:
1. Euro bölgesi krizi,
2. Göç krizi (2014’den itibaren kötü yönetilmeye başlayan göç meselesi 2015’ten itibaren göç krizine dönüşerek, Avrupa’da gerici güçlerin yani radikal sağın yükselişiyle ilişkilendirilir)
3. COVID-19 salgını.
Rapora göre, bu üç kriz Avrupa’yı giderek daha fazla politize etmiştir. Orta ve Doğu Avrupa'daki toplumlar şu anda Avrupa üzerinde ideolojik bir mücadelenin ortasındadırlar ve aktivist sivil toplum, neo-otoriterizme karşı bir savunma olarak Avrupa'yı kucaklamaya zorlanmaktadır. Çeşitli kılıklardaki etno-milliyetçi popülistlerin yükselişi, sivil toplum aktörlerini Avrupa bütünleşmesinin gidişatı konusundaki kayıtsızlıklarından kurtarır. Avrupa’da dışsal şoklar, göreli yoksunluk ve kimlik politikalarının karışımı Avrupa meselesinin yeniden siyasallaşmasına yol açarak sivil toplumu bir duruş sergilemeye zorlamıştır rapora göre.
Raporda, sivil toplumun kendi arasında istişaresinin yanında (Türkçesi körler sağırlar birbirini ağırlar muhabbetinin ötesinde) bu istişarelerin sonuçlarını Avrupa Birliği'nde anlamlı bir reforma dönüştürmek için siyasi baskının da olması gerektiğinin düşünüldüğü belirtilmektedir. İşte raporun en can alıcı noktası da burada. Bu anlamda sivil toplumun gücü nedir? Buna dair bir cevap bulmak zor, haliyle rapor bir temenninin ötesine gitmiyor. Sivil toplum, ulus üstü örgütlenme olarak Avrupa Birliği’nin ve bu birliğe bağlı ülkelerin (ulus-devletlerin) alacakları kararı etkilemek için hangi siyasi baskı gücüne sahip? İnsan ve maddi kaynak potansiyeli açısından en güçlü STK’lara sahip AB ülkeleri mülteci ya da küresel göç sorununda nasıl bir baskı oluşturabiliyorlar ya da örneğin Yunan güvenlik güçlerinin mültecilerin botlarını şişleyerek batırmalarını önlemek ya da kınamak için nasıl bir baskı gücü oluşturuyorlar bu baskının siyasetteki yansıması, etkisi nedir? sorularına cevap bulmak o kadar zor ki.
Ama olsun. Avrupa da güçlü ve direnen bir sivil toplum var. Üstelik rapora göre Avrupa’da güçlenen sivil toplumun aktörleri, geleneksel dikey temsil biçimlerine dayan yirminci yüzyıl demokrasisinden farklı olarak, yurttaşların hayatlarını etkileyen kararların alınmasına katılmalarına ve karar vericilerden hesap sormalarına olanak tanıyan prosedürlerin, kuralların ve kurumların tasarımını hedefleyen ulusötesi bir karaktere ve perspektifi temsil ediyorlar. Bu temsiliyet yine bir dizi idealize edilmiş Avrupalı (aslında kozmopolit) vatandaşlık hayaliyle süslenir: Çağdaş Avrupa ve küresel toplumun yirmi birinci yüzyıl demokrasisi, resmi temsilin yanı sıra vatandaşların katılımını da içermeli, çok seviyeli (Avrupa, ulusal, yerel ve bölgesel), Avrupa vatandaşlarının çeşitliliğini, kozmopolitliğini ve yerelliğini kapsamalıdır. Bu nedenle, kalıcı bir Avrupa Vatandaşlar Meclisi, bölgelerin ve şehirlerin güçlendirilmesi, güvenli ve kapsayıcı bir Avrupa vatandaşlığı önerilmektedir.
Avrupa’nın bölgesel krizlerini, göç krizini ve covid 19 salgınının Avrupa sivil toplumu üzerindeki etkisini ve sivil toplumun bu süreçlere tepkisini ortaya çıkarmayı hedefleyen çalışma, daha duyarlı, insani bir Avrupa, kararlara katılım süreci, daha eşitlikçi bir yapıya geçilmesi gibi hususlara işaret etmektedir. Yani sivil toplumun temsilcileri Avrupa’da karar alımına daha çok katılma ve sosyal sorunlar konusunda daha hassas hale gelmiş yani giderek daha fazla politikleşmiştir sonucuna varıyor. Avrupa sivil toplumunun bu meydan okuyan tavrı, resmi siyasete karşı bir tepki olarak önümüze sunulmaktadır. Evet, ancak örneğin göç sorunu söz konusu olduğunda izlenen remi politikalara karşı sivil toplumun bu eşitlikçi ve insani odaklı baskı gücünü, kendi hükümetleri ya da Avrupa Birliği üzerinde görememek sivil toplumun havanda su dövmeye devam etmesinden başka da bir anlama gelmiyor. Tabii bu oldukça ağır değerlendirmeler sivil toplumun sözcülerinin hiçbir özgül ağırlıkları olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak basın açıklamaları, kitlesel gösteriler ve kampanyalar küresel bir insani sorun haline gelen göç, yoksulluk ve İslam karşıtlığı gibi sorunları gündeme getirmeye ve kamuoyu hassasiyeti oluşturma ötesinde resmi siyasetin dışında yatay bir siyasi aktör diliyle gündem belirlemeye katkı olamıyor. Bu da ancak Avrupa’daki sivil toplumun hayali ve gerçekler arasındaki fay kırıklığının büyüklüğünü gösteriyor. Aynı Avrupa Türkiye’de sivil toplumun canlandırılması ve sesinin daha fazla duyurulması için bize yine üst perdeden demokrasi dersi vermeye devam ediyor.
[1] Luke Cooper, Roch Dunin-Wąsowicz, Mary Kaldor, Niccolò Milanese and Iavor Rangelov (2021), The Rise of Insurgent Europeanism, Mapping Civil Society Visions of Europe 2018-2020, LSE, İdeas.