Entelektüel Müsilaja Karşı Émile Zola’dan Aytekin Yılmaz’a Sahici Tavır
Cemil Meriç Mağaradakiler adlı eserinde[1], entelektüel’in kim olduğu üzerine bir sorgulama yapılırken ana referans kişinin Emile Zola ve kriterin de meşhur Dreyfus Davası olduğunun altını çizer. Böyle olmasındaki kasdı da, entellektüelin “yazı ve söz aracılığıyla toplumun şuurlanmasına yardım eden, yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi” olması ile açıklar. Emile Zola ve Dreyfus Davası üzerinden gidersek benim gözümde, Türkiye’deki entelektüel ideali, Kürt Meselesini ele alış biçimi ve PKK’nın şiddet uygulama yöntemine yönelik ithamlarıyla tanınan Aytekin Yılmaz’dır. Örgüt içi infazları dillendirerek arı kovanına sürekli çomak sokmaktadır. Entelektüeldir çünkü çevresini, toplumu aydınlatmayı, onlara katkı sunmayı ister. Ülkenin vebalı ana sorunlarının başında gelen Kürt meselesi, PKK ve sol şiddet gibi konular üzerinde kimseyi mutlu etmek zorunda hissetmeden yazılar yazar. Sadece devletin değil terör örgütlerinin de faili meçhullerini sorgular, herkesin kolayca itham ettiği ancak görmezden geldiği örgüt içi infazların üzerine tamamen insani bir perspektifle gider. Cumartesi anneleriyle birlikte yas tutar, HDP İl binası önünde çocukları dağa kaçırılan annelerin dertleriyle hem hal olur.
Entelektüel, konusu hakkında her şeyi bilen derin bilgi sahibi akademisyen değildir olmak zorunda da hiç değildir. Kaldı ki akademinin (tabii ki tüm akademiyi bu sınıflamalar içine sokmak mümkün değil ama) bir yandan doksozofluğa diğer yandan iktidara mutlak anlamda karşı olmaya endekslenen tarzı, hakkaniyeti hedefleyen ve adaletsizliğe muhalif olan ve olması gereken entelektüele karşılık gelmez. Entelektüelin bir yandan hükümetlerin icraatlarını halka anlatmaya ve benimsetmeye çalışan kanaat teknisyenliği (doksozofluk) ile, doğru yanlış ne varsa külliyen iktidar düşmanlığı üzerine odaklanan müzmin muhaliflik arasına sıkışmışlığı, ülkenin adeta bir entelektüel müsilaj sorunu ile karşı karşıya kalması anlamına geliyor. Aytekin Yılmaz gibi sahici entelektüeller ise, en azından bende, en köklü sorunlarımızla hasbi biçimde mücadele eden ve kendi hanesine barış ve huzuru katmanın ötesine emek harcamaktan ve toplumda barış iklimi tesisinin ötesinde kazancı olmayan bir kişiliği simgeliyor. Bu yüzden de eskilerin duasıyla, “emsallerinin artsın inşallah” ve Y kuşağının ifadesiyle “iyi ki varsınız” dedirtiyor.
Yüzleşerek Barışmak[2] adlı son kitabında, kişisel hesaplaşmasını yaptığını ve kendisiyle barıştığını söyleyen yazar, şu soruyla başlıyor: Neden barışamıyoruz? Bu soruya geçmişle yüzleşemediğimiz cevabını veren Yılmaz, neden geçmişle yüzleşemediğimiz sorusuna da, ilk olarak Türkiye’nin sürekli geçmişi işletmesini, ikinci olarak da, Türkiye’nin kutsal ve kahramanlarının diğerlerine göre daha değerli ve kutsal olmasını gösteriyor. Toplum olarak barışık olmanın ilk maddesi aslında Ernest Renan’ı hatırlatıyor. Renan 1882 tarihli meşhur Millet Nedir?[3] adlı konuşmasında (risalede), bir milleti millet yapan geçmişte acı hatıraları paylaşmak, kahramanlık ve zaferlerle dolu bir geçmişe sahip olmak gibi değişkenlerden bahsederken unutmanın da bir milletin ortaya çıkmasına yaptığı katkının altını çiziyor. Unutmak iki şekilde işlemelidir evvela etnik kökenlerin unutulması sonra da geçmişte yaşanmış acı hatıraların örneğin Fransa için Katoliklerin Protestanları katlettiği San Barthelemy katliamının unutulması gerekiyor. Bu yüzden Renan “unutmayı bilmek herkes için iyidir” der. Toplum olarak barışık olmanın ikinci maddesi, Türkiye’deki siyasi kültür ve bu siyasi kültürün parçaları olan semboller ve kişilerle ilgilidir ki burada aşkın devlet anlayışından, lider kültüne oradan zayıf sivil topluma kadar gidilebilir. Aşkın devlet anlayışı, devletin birey ve sivil toplum üzerindeki baskısını arttırabilir ve devlet icraatlarının sorgulanamazlığını beraberinde getirebilir. Gücün devlette temerküz etmesi hükümetlerin, cemaatlerin ve diğer örgütlenmelerin devlete sızma, onu ele geçirme ve onun üzerinden muktedir olma anlayışını ortaya çıkarabilir. Sonuçta devlet ve toplum arasındaki daimi gerilim toplumsal barışa engel olur.
Yüzleşerek Barışmak, Türkiye’deki baskın akademik ve entelektüel camianın kum torbası olan derin devlet ifadesine abanarak ucuz ve kestirmeden sol mahalleye hitap etmeye çalışmıyor. Bunu yapmadığı gibi esas olarak da bu mahallenin aşırı sol örgütlerin şiddetine karşı sessizliklerine bayrak açıyor. Bu cephede geçmişle yüzleşmenin ertelendiğini bunu yapabilmek için de “kabuk bağlamış yaraları kanatmamız gerektiğini” (Yılmaz 2021:20), belirtiyor. Çünkü örgütler zalimlikleriyle yüzleşmezken bu örgütlerin mağdur ettiği kişiler ve onların aileleri (örgütlere yönelik) korkularıyla yüzleşememektedirler. Aynı şekilde Kürt meselesi söz konusu olduğunda “Kürtler devletle olduğu kadar kendilerini (aslında ülke olarak hepimizi) üşüten bu soğuk dağ ile yüzleşmeliler” (Yılmaz 2021:53), Türkiyelileşmek isteyen, Türkiye’nin demokrasisine katkı yapmak isteyenler de demokratik olmayan mücadele yöntemleriyle yüzleşmeliler.
Yılmaz, Yüzleşerek Barışmak’ta Kürt meselesini tarihi arkeolojik bir analize tâbi tuttuktan sonra bugüne kadar getiriyor. Çözüm sürecinin fotoğrafını değil MR’ını çekiyor, yapılan hataları terör örgütü, Kürt legal siyasi hareketi, hükümet ve devlet üzerinden analiz ediyor. Tabii ki bu ayrıntıları burada anlatmak mümkün değil bunun için okuyucunun bir solukta okuyacağı kitabı alıp bir köşeye çekilmesi gerekiyor. Ancak kitap yazarın akıcı üslubu ve beklentileri ve hayal kırıklıklarını, örgüte yönelik eleştiriler karşısında aldığı tepkileri de tek tek anlatıyor ki bu tepkilerin bir kısmının literatürde geçmişliği de var. Bunlardan biri de, ‘devrim tehiri’ diyebileceğimiz bir hususla ilgili. Yılmaz’ın şiddet karşıtlığı ve legal siyasi hareketin çözüm konusunda izlediği siyaseti eleştirmesi, muhataplarınca şu tür cevapların verilmesine neden olur: “Şu hükümet bir gitsin, sonra bunları konuşuruz” (Yılmaz 2021:62), “Devletin bunca baskısı varken şimdi sırası mı?... İşte 40 yıldır bu savaşın sürmesine yol açan gerekçelerden biri de, bir türlü yeri, zamanı gelmeyen bu gerekçelerdir” (Yılmaz 2021:118). Nilüfer Göle’ye göre[4], “Devrimden sonra bütün sorunlar çözülecektir” gibi tüm sorunların çözümünü devrim sonrasına tehir etme anlayışı İslamcı ve solcu devrimcilerin bir özelliğidir.
Yüzleşerek Barışmak, bir yandan devletin geçmişle barışmasını salık verirken diğer yandan toplumun barışması, mağdurların korkularıyla yüzleşmesi, şiddeti bir araç olarak kullanan örgütlerin kendi şiddet geçmişleriyle yüzleşmesinden söz eder. Bu noktada sadece çözüm süreci, hendek çatışmaları gibi analizleri değil yüzleşme ve barışma konusunda da ayakları yere basan önerileri vardır Yılmaz’ın, bu önerilerden sadece birini alıntılayarak vermekte yarar var diğerlerini merak eden okuyucu esere bakmalıdır.
“Türkiye PKK ile içerde ve dışarda çatışmalı bir süreç yaşıyor ve bu süreç 40 yıldır devam ediyor. Bu Çatışma içinde devletin “faili meçhuller”le ilgileneceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor. Eğer kayıp yakınları gerçekten devletten bir yüzleşme bekliyorlarsa çatışmasızlığı savunmalıdırlar. Devlete “operasyonları durdurun” diyebildikleri gibi örgüte de, “eylemlerinize son verin” diyebilmelidirler” (Yılmaz 2021:89). İşte yol gösteren, aydınlatan ve itham eden aydın tavrı. Buradan kendine ders çıkaran Türk aydını, Kürt meselesinin ancak Türk aydınlarının sürece dâhil olması ile çözülebileceğinin ya da çözümü hızlandırabileceğinin farkına varmalıdır. Ama bu dahlin ne gerilla romantizmi soslu devrimcilikle ne devlete katil sıfatını yakıştırarak ne de fay kırıklıkları üretilerek yapılamayacağı bilinci ve düşüncesiyle gerçekleşmelidir yoksa gerisi entelektüel müsilaj.
[1] Meriç, Cemil (1997), Mağaradakiler, İletişim yayınları, İstanbul.
[2] Yılmaz, Aytekin (2021), Yüzleşerek Barışmak, Vadi Yayınları, İstanbul.
[3] Renan, Ernest (1946), Millet Nedir?, (çev. Z. İshan), Sakarya Basımevi, Ankara, s.10
[4] Nilüfer Göle Modem Mahrem Medeniyet ve Örtünme, On Birinci Basım: Ekim 2011, İstanbul, s.158.