Sosyal bilimler, bilimsel olduğunu iddia eden birçok kör ideolojik iddia ile doludur. Bu tür iddiaları dile getirenler kendilerini “bilimsel” olarak tanımlarken ötekileri de “ideolojik” olarak nitelerler ve ne yazık ki, kendi etnosentrikliklerinin farkına varamadıkları için bu ideolojik körlük ve yobazlık (etnosentriklik) bedîhî (aksiyomatik) (aksiyomatik) bir hal alır. Ancak gerçekte bu bilgi sadece bilgi olduğunu iddia eden kişinin önyargı ve inanç dünyasını yansıttığı için sözde objektif ve bedîhî özellik içerir. Bu girişi yapmama ve bu yazının da yazılmasına sebep olan da İsmet İnönü’nün damadı gazeteci Metin Toker’in Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil için söylediği: “Düşünmek lazımdır ki İstanbul Üniversitesi bir Ali Fuat Başgil'i içinden söküp atamamıştı[1]” sözüdür. Başgil’e yönelik tahammülsüzlük onun şahsıyla kalmayıp temsil ettiği düşünceyle de ilgilidir.
Sürekli sivil bir darbe ve sivil cuntadan (Demokrat Parti darbesi-cuntası) bahseden Damat, askerin yaptığı darbe hakkında görüş beyan ederken sanki bunun eşyanın doğasına uygun ve olması gereken tepki olduğu ifade eder. Yine Başgil’in 1961 seçimleri sonrasında AP’nin cumhurbaşkanı adayı olması sonrasında MBK (Milli Birlik Komitesi) ve SKB’nin (Silahlı Kuvvetler Birliği) demokrasiye yaptıkları “balans ayarı” hakkında hiçbir antidemokratik müdahale olmadığını düşündüğünden olsa gerek, sivil bir yorum yapmaz. Başgil’in Cumhurbaşkanı adayı olması, seçim sonuçlarına göre AP ve YTP gibi DP’nin devamı olan partilerin ikinci ve üçüncü sırada olmalarına rağmen toplam oylarının CHP’den fazla olması, Başgil’in şansını Gürsel aleyhine arttırıyordu. Bunun doğal bir sonucu hükümeti kurma sürecinin de Toker’in kayınbabasının aleyhine gelişebileceğiydi.
Toker’in Başgil’e yönelik nitelemeleri bilinçaltının yansımalarını gösteriyordu: “İsviçre’ye kaçmış” olan “mukaddesatçı profesör” AP’lilerin cumhurbaşkanı adayı olarak dönüyordu. “İhtiyar profesör Avrupa'dan dönmüştü ve bir "millet babası" gibi yollarda el öptürterek, gösterilere neden olarak, sanki bir zafer kazanmış da zaferinin meyvelerini toplamaya Çankaya'ya gidiyormuşçasına Ankara'ya gelmişti. Mecliste, belki gerçekten de Başgil’in cumhurbaşkanlığını sağlayacak yeterlilikte oy vardı[2].” Neyse ki, darbecilerin istediği olacak ve Başgil’in adaylığını darbeci askerlerin ölüm tehdidi sonrası geri çekecekti. Bu durumu gazeteci damat Metin Toker, Demokrasi’nin İsmet Paşalı yıllarında şu veciz (!) ifadelerle anlatır: “25 Ekim günü Ankara sakinleşmişti. Tabii, hevesi kursağında kalmış bazı siviller -Başgil iki ihtilalci, Özdilek ve Ulay tarafından senatörlükten bile istifa ettirtilip İstanbul'a geri postalanmıştı- ve bazı askerler -22 Şubatın ihtilalci albayları ve başka fırsatçılar- vardı ama esen hava umut, sevinç, başarı havasıydı[3].” Demokratik bir seçim olabilmesi için darbeci bir generalin karşısına çıkan hukuk profesörünün tehditle adaylıktan çekilmesini ve hatta senatörlükten bile istifa ettirilmesini kınamadığı gibi onu tahkir ederek, hevesi kursağında kaldı ve sonra da İstanbul’a postalandı demektedir, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları adlı eserinde gazeteci damat.
Damadın Kayınbabasına atfettiği anlam o kadar büyüktür ki “Koca”, “Büyük”, “Bizim İsmet Paşa” hem İnönü Savaşlarıyla ülkenin makûs talihini yenmiş hem Türkiye’de iç savaşın çıkmasını engelleyen kişi olmuştur. Hatta ülkede ihtilalin olup olmaması bile ona endekslidir. İlkinde hiç şüphe yoktur ancak ikincisi yani: İktidar - (eksi) Damadın kayınbabası =ihtilal[4] formülasyonu tartışmaya açıktır. Buna göre, İsmet Paşa’nın hükümetin içinde olmadığı bir hükümetin sonu kaçınılmaz olarak darbedir. Darbe daha doğrusu ihtilal, gazeteci Toker’in gözünde nesnenin doğasına uygun olan süreçtir. Bu nedenle ordunun darbeye kışkırtılmaması gerekir. Peki ordu darbeye nasıl kışkırtılmaz? ordunun istediği hükümet kurulunca. Örneğin yukarıdaki formülasyonda olduğu gibi 27 Mayıs sonrası 1961 seçimleri “beklenen sonuç”u vermemiş, CHP kazanamamış yani hükümeti, tek partili bir hükümeti İsmet Paşa’nın kuramayacağı bir kompozisyon ortaya çıkmıştır. O zaman darbe yapmanın bir anlamı mı kalmıştır? İşte bu yüzden beklenen sonuç değildir.
“Neydi, beklenen sonuç? 27 Mayısa karşı olmayan bir iktidarın ülkeye egemen olması ... Bu sonuç sandıklardan çıkmadı, ama birtakım kurum ve kuruluşların, birtakım kimselerin sağduyusu sayesinde gene de gerçekleşti. Kurum ve kuruluşların başında ordu, siyasi partiler, özellikle CHP ve AP gelir. Kişiler ise tabii İsmet Paşa, onun yanında biraz Ragıp Gümüşpala, oyunculuk heveslerine rağmen Cemal Gürsel, zaman zaman Ekrem Alican ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin yöneticileridir[5].” İhtilale rıza göstermenin arkasında, demokratik bir seçimle iş başına geçen hükümetin, damadın tabiriyle sivil bir diktatörlüğün ya da “sivil cunta”nın (DP hükümetinin) sona erdirilmesi vardır. Ordunun demokrasinin en temel göstergesi olan seçim sonuçlarına rıza göstermemesi ise, büyük bir kurumsal sağduyu olarak ifade edilmektedir damat tarafından.
Gazeteci Metin Toker’e göre, darbenin meydana gelmesinin arkasında DP’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu ile birlikte sivil bir cunta rejiminin oluşması vardır. Ayrıca DP, sanki hiç iktidarı terk etmeyecekmiş gibi davranmaktadır. DP, eğer bir erken seçime gidileceğini açıklamış olsaydı, ihtilal gerçekleşmeyecekti Toker’e göre. Bu subjektif bedîhî bilgi o kadar önemlidir ki, aradan yarım yüzyıl geçse bile bu kanaat oluşturan örneğin, paşa babasının damadı gibi aktörlerin iddiası, emekli bir genelkurmay başkanının 27 Mayıs darbesini açıklanma nedeni olarak ileri sürülebilmektedir[6]. “Sürdürülebilir darbe teorisi[7]” bu olsa gerektir.
Eğer DP erken seçime gitseydi darbe olmayacak mıydı? Bunun için 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cuntaların arkeolojisine bakmak gerekir ki ilk cuntanın 1954 yılında oluştuğu, cuntacıların anılarında dile getirildiğine göre, daha bu tarihte yani Tahkikat Komisyonu kurulmadan, Vatan Cephesi oluşturulmadan önce darbe yapılmasına karar verilmiştir. Üstelik 1954 seçimleri DP’nin oylarını 1950 seçimlerine göre daha da arttırdığı (oylarını %58’e çıkarttığı) bir döneme denk gelir yani her iki vatandaştan birinin oyunu alan bir partiye darbe yapma girişimi planlanmıştır. 1957 seçimleri sonrasında cunta sayısının artmasının arkasında ise, demokratik bir seçimle DP’nin iktidardan uzaklaşmasının zor görünmesi yatmaktadır. Ancak meşruiyet arayışı olmadan da darbe yapmak mümkün değildir. “Meşru her ihtilalin, bir zümre adına ve çıkarına yapılmamış dahi bulunsa, mutlaka: gayrı meşru bir teşekküle karşı yapılması gereği vardı. Gayrı meşruluğa düşmüş olan ise, DP iktidarıydı[8].” Bu yüzden de abanılması gereken DP’nin gayri meşru (diktatörlüğü-sivil cunta) yönetimiydi.
2013 yılında masum bir gençlik hareketi olarak başlayan Gezi Parkı eylemlerinin bir Gezi Parkı kalkışmasına dönmesinin arkasında da benzer bir meşruiyet arayışı ve ruh hali yatıyordu. Demokratik seçimlerle Ak Parti’nin iktidardan uzaklaştırılma ihtimali yoktu, öyleyse yapılması gereken, iktidarın meşruluğunun sorgulanmasına imkân sağlayacak “diktatör” nitelemesiyle iktidarın meşruluğunun altını oyarak halkın gözünde eylemi kalkışmaya dönüştürecek meşruiyeti sunmaktı.
Toker, darbeye giden süreçte, gösteri yapan üniversite ve sokaktaki gençliğin ne kadar etkili olduğunun farkındadır. “Eğer o günler, derhal doğru ve dürüst bir seçime gidileceği ilan edilseydi gösteriler hemen dururdu[9]” derken gerçekte üniversite gençliğini teyakkuza (aslında Toker’in Carl Schmitt’i andırırcasına siyaseti anlama tarzını ifade eden “taarruza”) geçirenin CHP teşkilatı olduğunun da farkındadır. Öyleyse darbenin katalizörü CHP’dir.
Buraya kadar yazılanlardan sonra okuyucu eğer, DP’nin hiç mi kabahati yoktu? Sorusunu soruyorsa darbenin aslında meşru olduğuna ve İsmet Paşanın sözleriyle, “şartlar tamamlandığında halklar için ihtilal meşru bir hak” olduğu görüşüne katılmaktadır. Evet elbette ki DP’nin siyaset yapma biçiminde otoriterleşmeye doğru kayan bir eğilim vardı ve Toker’in de belirttiği gibi DP bu siyaset tarzının karşılığını yapılacak ilk seçimde görecekti. CHP’de buna inanıyordu, öyleyse darbenin yapılmasının arkasında nasıl bir gerekçe vardı? İsmet Paşa’nın DP’lileri kastederek, “sizi artık ben bile kurtaramam” sözü, Devletin İkinci Adam’ının dahi dışında cereyan eden olay ve güçlerin olduğu şeklinde mi okunmalı?[10] ya da bilinçaltında ülkenin asli sahibi olduğunu belirten muktedirlerin geçici olarak hükümet edenlere yönelik bir ihtarı mıydı? Erken seçim yapıldığı takdirde bir darbenin olmayacağı, bedîhî olarak doğru görünebilir ta ki, darbenin arkasında her halükarda darbe yapmaya niyetlenmiş bir grup genç cuntacı subayın varlığı yok sayılırsa, CHP’nin gençliği domine edip sokakları hareketlendirmesi yok sayılırsa ayrıca askerlerin gözünde İkinci Adam olan İsmet Paşa’nın darbecilere yeşil ışık yakan konuşmaları yok sayılırsa. Tıpkı Gazeteci damadın dediği gibi: “CHP ve onun İsmet Paşası rıza göstermezlerse ihtilalciler buna olanak bulabilecekler miydi?”[11]
[1] Toker, Metin (1991a), Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944 -1973: Yarı Silahlı, Yarı Külahlı Bir Ara Rejim:1960 -1961, İlk baskı 1967), 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, İstanbul. s. 183.
[2] Toker 1991a:307
[3] Toker 1991a:309
[4] Toker, Metin (1992a), Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944 -1973: İnönü’nün Son Başbakanlığı:1961 -1965, İlk baskı 1969), 2. Baskı, Bilgi Yayınları, İstanbul. s. 9
[5] Toker 1992 a:9
[6]https://tele1.com.tr/ilker-basbug-menderes-erken-secim-tarihini-aciklasaydi-27-mayis-darbesi-onlenebilirdi-300163/
[7] Sürdürülebilir darbe teorisi, zaman ve şartlar değişse dahi, darbeyi meydana getiren diğer değişkenleri göz önünde bulundurmaksızın hazır kalıp (stereotip) bilgilerle değişimi ifade etmek için kullanılır. Teori, darbeyi gerçekleştirenlerin darbe yapmaya niyetlendiklerinde onun için ideolojik, hukuki ve siyasi bir gerekçe aramadan da darbeyi yapabileceklerini ancak bunların kesinlikle önemli gerekçeler olarak dile getirildiğini ifade eder ki telifi bu yazının yazarına aittir.
[8] Toker 1991a: 76
[9] Toker, Metin (1991b), Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944 -1973, Demokrasiden Darbeye: 1957 -1960, Bilgi Yayınevi, İstanbul. s. 352
[10] Bu yorum SDE’de yaptığımız fikir açıcı sohbetlerden birinde Sayın Alper Tan tarafından dile getirilmiştir.
[11] Toker 1991a:83