Merkezi gücü tesis eden ulus-devlet yapısı, kapitalizmin gelişmesi ve Sanayi Devrimi ile birlikte tarihçi Jan Romein’in tabiriyle Batı ‘genel insanlık kalıbı’nın dışına çıkan bir değişim süreci yaşamıştır. Bunlar değişim sürecidir çünkü sosyal değişme kavramı yön belirtmeyen (bu bağlamda objektif) bir kavramdır ancak mezkûr süreçleri gelişme (ya da ilerleme) olarak okursanız son uğrağınız modernite olur. Tabii bu arada söz konusu Batı imgesine, akıl-cılık (rayonalizm), birey, geleneksel otoritelerden özgürleşme, laiklik vb. gibi kavramları da soslamalısınız.
Modernlik elbette ki bu nitelikleriyle olumlanan, arzulanan ve değerli olduğu için peşinden gidilmesi gereken bir hedef olarak görülür. Modernliğin bir de karanlık yönü vardır: Avrupalı işçilerin sömürülmesi, eşitsizlik, yeryüzünün talanı ve elbette tüm dünyanın Batı tarafından kendi aleyhlerine sömürülmesi. Lâkin modernite (siz buna medeniyet de diyebilirsiniz) öylesine efsunlu bir kavramdır ki etrafında dönenleri mum ışığına takılan pervaneler gibi kendine çekip yakar. Modernitenin büyülü dünyası insanları öylesine etkiler ki, onun yaydığı ışıktan gözleri kamaşanlar bu özelliklerini görmezler görmek de istemezler çünkü modernite arzu edilen, peşinden gidilmesi gereken, mutlu eden, refaha kavuşturan vb. dir. Şimdi Weber okumuş okuyucu itiraz edecektir “zaten modernitenin kendisi büyüyü bozan değil miydi, bu nasıl olur?” diye. Weber için dünyanın büyüsünün bozulması, modern bilimin ortaya çıkması ile ve Batı dünyasında geçerlidir. Zaten bu dönemde aslında Rönesans sonrası Batılı için dünya Batı Avrupa’dır. Dünyanın geri kalanı ise Batının büyüsüne kapılıp etrafında dönen pervanelerdir. Bu büyüye kapılarak kendi kendilerini tüketmekte ve Batının kendileri için çizdiği sınırı, koyduğu kuralları kabule etmekten mutlu olan ve bir an önce de onlar gibi gelişmiş, kalkınmış, zengin vb. olmak isteyen pervaneler.
Sanayi Devrimi sonrası giderek artan sömürgecilik faaliyetleri Birinci Dünya Savaşı’na kadar yeryüzündeki toprakların %84.4’ünün batılılar tarafından sömürgeleştirilmesine neden olur. Sömürgeciliğin gelişmesi aynı zamanda antropolojinin ve etnolojinin de gelişmesi anlamına gelecektir. Batı diğer toplumları bir yandan sömürgeleştirirken diğer yandan onları tanımaya da çalışır. Bu tanıma birkaç işlevi yerine getirir, söz konusu toplulukların yapısını, normlarını, değerlerini, güçlü ve zayıf hususiyetlerini öğrenerek gerektiğinde bunları kendi bölgesel amaçları için harekete geçirebilecek bilgi notu olarak kullanmak. Çoğu zaman bu tür bilgiye ihtiyaç duymaksızın çok kaba bir sömürgeleştirme tarzı ile de karşılaşılabilir çünkü askeri ve teknolojik üstünlüğü tartışılamazdır. Gücün insanı ve iktidarı elinde bulunduran yönetimleri nasıl yozlaştırdığını Lord Acton’ın hatırlatmasına ihtiyaç bile yoktur. Ancak Batılı için bu, sömürgecilik değil dünyanın diğer coğrafyalarının medeniyetle tanıştırılmasıdır. Sömürgecilik ya da baskı çoğu iktidarın elinde modernleştirme kisvesi altında sunulur.
Bu uzun girişin arkasında yatan gerekçe, kendisi de büyük bir baskı, zulüm altında kalan Avrupa ve Rusya’daki Yahudi topluluğun Filistin’i işgal ederken Batılı ya da (Türkistan’ı işgal ederken) Rus sömürgecilerden farklı bir yol izlemediklerini göstermektir. Aliyah’ın (Filistin’e Yahudilerin yolculuğu) başlaması ile birlikte Yahudiler için Filistin, işgal edilen değil modernleştirilen ve bayındır hale getirilen bir ülke olarak okunmuştur. Boyer, Filistin’e gelen ilk Siyonistlerin buradaki yerel halkın varlığını kabul ettiğini belirttikten sonra burada yaşayan yerli (Yahudi olmayan) halkın medeniyetten bihaber olduklarını düşündüklerini belirtir. Anlaşılan o ki Batı nasıl dünyayı sömürgeleştirirken medenileştirmeyi koçbaşı olarak kullandıysa, Filistin’e göçen Siyonistler de aynı mantıkla hareket etmişlerdir. Yani ilk başta Filistinliler, Robinson’lar tarafından modernleştirilmesi gereken Cuma’lar olarak görülmüştür ki bu da sömürüyü örtükleştiren bir mantığa bürümedir. Başta İngilizler tarafından olmak üzere, sahip oldukları enerji kaynaklarını kullanabilme yeti ve rüşdüne sahip olmayan topluluklar olarak görülen Ortadoğu halkları, Batı’nın kendisi için çizdiği akli ve coğrafi sınırları kabul ettiği takdirde medenileşme yoluna girebilirdi. Henüz insan toplumlarının ileri aşamasına geçemeyen Filistin’in yerli toplulukları insanlık tarihinin arkaik aşamasındaydılar ki siyasi örgütlenme açısından bunun doğru olduğunu söylemek mümkündür zira nüfus üstünlüklerine rağmen örgütlenememeleri yüzünden asla başarılı olamayacaklardır. Filistin’e gelen Siyonistlerin gözünde “Araplar, terkedilmiş bir toprağı 'gaspedenler' olarak görüleceklerdi. Böylece, meşru sahiplerinin ülkelerine yeniden sahip olmaları, sürgündekilerin yurtlarına geri dönmeleri olarak algılanan Yahudi kolonizasyonu olumlanıyordu. Öte yandan, sömürgeci Avrupa düşüncesinde kolonizasyon, 'yerli'lere maddi ve ahlaki ilerlemeyi aktaran 'uygarlaştırıcı bir işlev görüyordu. Yani, Yahudi koloniciler Filistin'deki halklara Avrupa uygarlığının nimetlerini aktaracaklarını düşünmekteydiler. Yahudiler onların topraklarını adil bir fiyata satın alacaklar ve ülkeyi barışçı amaçlarla yeniden doğuracaklardı. Araplar da ekonomik gelişmeden ve mallarının artı-değerinden yararlanacak, böylelikle Yahudilerin ülkeyi ele geçirmelerini memnuniyetle karşılayacaklardı. İlk Siyonistlerin Arap sorununa yaklaşımlarındaki körlüğün nedenleri, bu sömürgeci mantığı tamamen sindirmiş olmalarında aranabilir[1]. Bu iyi niyetli tarihsel okumanın gerçeği yansıtmadığı açıktır. Çünkü Siyonistlerin Filistin’e göçlerle birlikte bölgedeki Araplardan toprak satın almaları, satın aldıkları topraklarda Arap işçiler daha ucuz ücretle çalışsalar dahi onların çalıştırılmaması gerektiğine dair alınan kararlar (aslında yasaklar) söz konusudur. Tüm bunlar, niyetin gerçekte bölgeyi işgal ettiği düşünülen yabancı işgalcilerin daha ilk andan itibaren kendilerine vaad edilmiş topraklardan uzaklaştırılması gerektiğine dair inancın varlığını göstermektedir. Bu noktada Siyonist sömürgecilik, yerli halkın kendi topraklarında soykırıma uğratılmadan onların emek güçlerinin sömürülmesi üzerine oturan klasik sömürgecilikten ayrılmaktadır. “Siyonizm, ondokuzuncu ve yirminci yüzyılların klasik sömürgeci ve emperyalist hareketlerinin aksine, hiçbir zaman Filistin'i sömürgeleştirmeyi hedeflememiştir. Oysa Avrupalı sömürgecilerin Afrika ve Asya'da yaptıkları, yerli halkı ucuz işgücü olarak kullanıp, doğal kaynaklardan elde ettiklerini muazzam kârlara çevirmekti. Siyonizmi öteki sömürgeci hareketlerden ayıran, ülkeye gelip yerleşen göçmenlerle ülkesi işgal edilenler arasındaki ilişkidir. Siyonist hareketin açıkça ifade edilen hedefi, Filistin halkını sadece sömürmek değil, malından ve yurdundan edip dağıtmaktı. Hedef, yerli halkın yerine yeni gelenleri yerleştirmek, Filistinli çiftçileri, zanaatkârları ve şehirli halkı yerlerinden söküp yeni gelenlerden oluşan yepyeni bir işgücü yaratmaktı.[2]” Marx Kapital’in birinci cildinde, sermaye birikimini anlatırken Haçlı Seferlerine giden şövalyelerin İstanbul’u yağmalamalarını örnek verir ve bunu ilkel bir sermaye birikimi olarak görürken gasp yoluyla sermaye birikimi olarak tanımlar. Aslında Filistin’deki Siyonistlerin bölgeye geldikleri günden bugüne kadar yaptıkları da gasp yoluyla sermaye elde etmekten başka bir anlam taşımamaktadır.
Balfour Deklarasyonu
Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917), Lord Rothschild’ın tabiriyle[1], Yahudilerin 1800 yıl önceki dağılmasından sonra onlara ilk kez bir statü veren dünya Yahudiliği için en önemli gelişmedir. Büyük Britanyalı zengin Yahudi işadamı Rothschild’ın parası Chaim Weizzmann’ın siyasi bağlantıları olmasaydı böyle bir açıklamanın yapılması mümkün olmayacaktı. Bilim adamı kimliği Weizmann’ı bu kimliğin ötesine taşımıştı, öyle ki, İngiltere Başbakanı Lloyd George ile başbaşa kahvaltı yapabilecek bir itibarı söz konusuydu. Açıklamada ayrıca İngiltere’nin bölgedeki çıkarlarını da unutmamak gerekir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz kabinesi dikkatini Siyonizme doğru yöneltir. Bunun sebebi nedir? İngilizlerin Siyonistlerle ilgili politikasına yön veren çıkarları nelerdir? sorusunun cevabını Clevaland birkaç alt başlıkta açıklar. Bu açıklamaların hepsinde de İngiliz çıkarları diğer ortaklarının çıkarları karşısında ön plana çıkarılır. Clevaland ilk olarak bu eğilimi, ABD ve Rusya'daki Yahudi grupların hükümetlerini savaşa yönlendirmede etkili olabilecekleri düşüncesiyle açıklar. Ayrıca “Bazı önemli hükumet yetkililerine göre, Amerika Birleşik Devletleri 1917 Nisan ayında Almanya'ya savaş ilan edene değin İngiliz kabinesi, Almanya'nın Siyonist hedeflerini destekleyen bir deklarasyon yayınlayarak Amerikalı Yahudilerden sempatik bir yaklaşım elde edeceği kaygısını taşıyordu[3].”
İngiltere’nin diğer kaygısı, askeri olarak çökmüş ve devrimin işaretleri görülen Rusya’nın Rus Yahudiler aracılığıyla savaşta tutulabilme isteğiydi. “İngiliz hükumeti yetkilileri İngilizlerin Siyonist emellere bir iyi niyet göstermesi durumunda devrimci hareket içindeki etkili Yahudi üyelerin Rusya'yı savaşta tutacağını iddia ediyorlardı.” Ayrıca İngiltere Siyonistlere yönelik sempatik politikası sayesinde müttefiki Fransa’ya karşı da onu, Süveyş Kanal bölgesine komşu topraklardan uzak tutarak kazanç elde edecekti[4]. İngiltere’nin Filistin'de Siyonist hedefleri destekleyen bir deklarasyon yayınlanmasını sağlayan gerekçeler bunlardı.
İngiltere Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour’un Lord Rothschild aracılığıyla dünya Siyonistlerine yönelik yaptıkları açıklamada, İngiltere’nin halihazırda Osmanlı Devleti toprağı olan Filistin’i Yahudi yerleşimcilere açtığı ve burada kurulacak bir Yahudi Devleti’ni İngiltere’nin destekleyeceği belirtiliyordu. İşin aslı Balfour’un yaptığı açıklama zaten Rothschild tarafından hazırlanmıştı. “Üzerinde karara varılan taslak 18 Temmuz 1917 tarihinde Lord Rothschild tarafından Balfour’a verildi. Hayran kalınacak kadar kısaydı[1]:” Bu kısa metin şöyledir:
“Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal vatan oluşturulmasını uygun görmektedir ve bu amacın gerçekleştirilmesi için her türlü çabayı gösterecektir. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumun vatandaşlık ve dinsel haklarını ya da başka ülkelerdeki Yahudilerin haklarını ve siyasi statülerini zarara uğratacak hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmaktadır.”
Metinden anlaşılmaktadır ki İngiltere, yukarıda da sıralanan gerekçelerden dolayı Siyonist hedefleri somutlaştıracak bir Yahudi devletine yeşil ışık yakıyor ve desteğini açıkça beyan ediyordu.
Anlaşılan o ki İngilizler, Aralık 1917’de Kudüs'ü işgalleri ile birlikte kendi mülkleri sayıyorlardı. Ancak bu toprakların Araplara mı Siyonistlere mi verileceği henüz netlik kazanmamıştı çünkü bu topraklarda yaşayan nüfus baskın olarak Arap’tı.
İngiltere, 1917'den l 920'ye kadar işgal ettiği bu topraklarda “Weizmann ile zamanın ileri gelen Arap yetkilisi olan Suriye kralı Faysal'ın arasındaki görüşmeleri kolaylaştırarak, Siyonizm ile Arapçılığın çatışan emellerini uzlaştırmaya çalıştı. 1919 Ocak ayında varılan bir anlaşmaya göre, Weizmann Yahudi toplumunun Filistin'in ekonomik kalkınmasında Araplarla işbirliği yapacağı sözünü verdi. Buna karşılık Faysal da, Filistinli Arapların haklarının korunması ve Arapların Büyük Suriye'nin bağımsızlığı isteklerinin karşılanması koşuluyla Balfour Deklarasyonu'nu tanıyacak ve Yahudi göçüne razı olacaktı. Bazılarının iddia ettiği gibi, Faysal Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını kabul etmiş değildir. Fransızlar Suriye'yi işgal edince Faysal-Weizmann anlaşmasının koşulları ihlal edilmiş oldu ve anlaşmanın hükmü kalmadı[5].” Deklarasyon sadece Filistin’e Yahudilerin yerleşmesini sağlamış ancak zamanla artan göç karşısında Arap ayaklanmalarının artmasına neden olmasına rağmen göç önleyememiş ve iki toplum arasındaki uzlaşma ya da barış ortamı hiçbir zaman tesis edilememiştir. Bunun arkasında örgütsüz çoğunluk karşısında örgütlü azınlığın gücü olduğu gibi Batılı sömürgeci güçlerin bölgede izlediği politikaların da etkisi vardır: Araplar her zaman Yahudiler karşısında feda edilecek milletlerdir.
Balfour Deklarasyonu, Filistin ve Osmanlı
Birinci Dünya Savaşı dönemi boyunca müttefiklerin (itilaf devletlerinin) Devlet-i Aliye üzerinde birden fazla paylaşma planına sahip olduğu görülmektedir. Bunlardan en çok bilineni Rusya’nın savaştan çekildikten sonra açıkladığı Sykes-Pikot Antlaşmasıdır ki burada müttefiklerin kendi aralarında nasıl bir paylaşım politikası yürüttüğü görülür. Ancak İngilizler bundan ayrı olarak iki farklı paylaşım planı daha yürütmüşlerdir. Bunlardan ilki, İngiltere’nin 24 Ekim 1915'te Mısır Valisi Sir Henry McMahon’un Şerif Hüseyin’e Osmanlı Devletine isyan ettiği takdirde Arap bağımsızlığı için verdiği sözdür. İkincisi ise, Şerif Hüseyin’in tam da bu adı geçen bağımsız krallığın toprakları içinde olduğunu düşündüğü toprakların Yahudilere bir devlet kurma amacıyla takdim edildiği, 1917’deki Balfour Deklarasyonudur. Ancak bu “kararın İngilizlerce tek taraflı olarak alınması, Fransa ve Şerif Hüseyin tarafından daha önce kendileriyle yapılan anlaşmaların ihlali sayılmaktaydı[6].” Kaldı ki Şerif Hüseyin’in böyle bir anlaşmadan haberi bile yoktur.
Entrikalar ustası Mekke Emiri Şerif Hüseyin[7] ve oğulların hem Osmanlı yetkilileriyle hem de İngilizlerle amaçlarına ulaşma konusunda ikili görüşmeler yürüttükleri açıktır. Hüseyin bir yandan Şam’da ayrılıkçı Arap milliyetçisi yer altı örgütleriyle görüşürken diğer yandan Kahire’de (Mısır), İngiltere Yüksek Komiseri Henry McMahon ile Osmanlı'ya karşı ayaklanması durumunda alacağı destek ve bölge hakkında görüşmektedir. İngilizler, Hüseyin'e destek vermeyi ve kuracağı krallığının coğrafi sınırlarıyla siyasal bağımsızlığını tanımayı vaat ederler; en azından, Hüseyin McMahon'un ünlü mektuplarını böyle yorumlar[8]. Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in ayaklanma ve büyük Arap krallığını kurma macerası da böylece başlar. Bu macera Balfour Deklarasyonu öncesi Arapların İngilizlerin (Arabistanlı Lawrence) kumandasında Türklerle savaşmaya başlaması Osmanlı ordusunun yenilgisi ve toprakların Araplar değil İngilizler tarafından işgaliyle sonuçlanır.
Şerif Hüseyin İngiltere’nin desteği ile Büyük Arap Krallığı düşü peşinde koşup, İngiliz ajanı Lawrence ile (nam-ı diğer Arabistanlı Lawrence) Osmanlı’ya saldırırken, Filistin konusunda Siyonistler de kendi ağlarını dokumaktadırlar. “1917 baharında ve yazın ilk günlerinde Londra'daki Siyonistler Britanya'daki Yahudi toplumunun denetimini sağlamak ve Dışişleri Bakanlığı'm etkilemek için çabalarken, Araplar El Wejh'den kuzeye, Akabe üzerine yürür. Niyetleri Suriye'ye girmek ve vatan olarak ilan etmektir - bu iddiadan, sözü geçen vatanın Filistin'i de içerdiği anlamını çıkardıkları kesin gibidir[9].” Başta Şerif Hüseyin olmak üzere Arapları hayal kırıklığına uğratan husus, İngilizlerle ortak hareket etmelerine ve onların isteği doğrultusunda Osmanlı Devletini cephede hırpalayacak ve hatta yok edecek saldırılar yapmalarına rağmen amaçlarına ulaşma konusunda yeterli desteği görmemeleridir. Siyonistlerle İngiltere arasındaki görüşmelerden habersiz biçimde Şerif Hüseyin’in üçüncü oğlu “Faysal'ın Hicaz Demiryolu'nu havaya uçurması, aşiretleri harekete geçirmesi, Osmanlı ordusunun yenilmesine katkıda bulunması ve Şam'a girmesi için gerekli zaman, Weizmann'm Britanya siyasetçileriyle toplantılar düzenlemesi ve Birleşik Komite'yi ortadan kaldırması için lazım olan süreden çok daha uzun olur. Faysal bir Balfour Deklarasyonu düşünüldüğünden habersizdir, olabildiğince hızlı ilerlemeye çalışır. İngilizler yardım etmekten mutluluk duyuyor gibidir, oysa akıllarındaki hedef Faysal'ın amaçladığından çok daha değişiktir.[10]” Nihayetinde Hüseyin Arap krallığı değil Hicaz krallığı ile yetinecektir ki o da “1924'te İbn-i Suud ve onun Vehhabi köktendincileri tarafından devrilir. Faysal da bağımsız Suriye'nin kralı olamayacaktır: Fransızlar tarafından 1920'de Şam'dan sürülür; bir yıl soma Britanya tarafından Irak'ın kukla hükümdarlığına getirilir, kardeşi Abdullah da Mavera-i Ürdün'de aynı rolü üstlenir. Osmanlı efendilerinin yönetimindeyken mi daha mutlu olurlar, yoksa Britanyalıların altında mı?[11]” Balfour Deklarasyonu, Arap hayal kırıklığını telafi edecek içeriğe de sahipti diyen Schoenman biraz da kinayeli olarak şunları belirtir: “Balfour Deklarasyonu, Britanya İmparatorluğu tarafından kendilerine "kendi kaderlerini tayin" hakkı vaat edilen, ancak sonradan toprakları Siyonistlere verilen feodal Arap liderlerinin bu ihanet karşısında geçirdikleri şoku bertaraf etmeyi amaçlayan bir pasaj içeriyordu: "Filistin'deki Yahudi olmayan halkların yurttaşlık haklarıyla dini haklarına zarar verecek hiçbir harekette bulunulmayacağı açıkça ifade edilmiş olup...[12]" diye devam eden cümle aslında bu hayal kırıklığını birkaç boyutta vurgulamalıdır. Filistin’deki nüfusun büyük çoğunluğu Müslümandır ve bu çoğunluğun hakları azınlığa karşı güvence altına alınmaktadır. Diğer yönden yerli halkın hakları göçmenlere karşı güvence altına alınmaktadır. Aslında uyulmayacak olan bu vaadin arkasında haklı olarak azınlığın örgütlü Arap çoğunluğun ise örgütsüz olması yatmaktadır ancak bu vaadin arkasında yatan gerekçe İngilizlerin Arapların gönlünü almak ve onlara güvence vermekten başka bir anlam taşımamaktadır. Reel politikte ise bu güvencenin hiçbir anlamı yoktur.
Sömürü ve modernite ile başlayan yazıyı eğer aynı eksen üzerinden tamamlamak gerekirse şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün. İsrail (Yahudiler veya Siyonistler) ile Araplar (ya da Müslümanlar) ortak zemini Hristiyan-Roma- Yunan geleneği üzerine kurulu Batı medeniyeti için çok farklı iki sembolik anlam ifade ediyor. Zaten geri kalmış, akli melekelerden çok duygu ve hırslarıyla hareket eden Arap imajı, nihayetinde Batının (hatta Eski ve Yeni Ahit üzerinden Hristiyanlığın) yakın komşusu İsrail ile birçok farkı bünyesinde barındırır bu yüzden de ötekine göre daha kolay gözden çıkarılabilir bir aktördür. Hiyerarşik sıralaması her zaman Yahudi’den daha düşük olan Müslüman (Arap) despotizmle, feodal liderlerle özdeşleştirilirken İsrail üzerinden simgelenen Yahudi (İsrail), Batılı demokrasinin, Batılı düşüncenin bir parçası hatta özgün üretici parçalardan biridir. Batı dünyasının şekillenmesine katkı sunan filozof, düşünür, bilim adamlarına bakıldığında bu durum anlaşılabilir. Örneğin Balfour Deklarasyonunun hazırlayıcısı, İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann, bilim adamı olma marifetiyle siyasetin üst kademeleri ile bağlantıya geçebilmiştir. İsrail tıpkı Batı gibi aklın, akılcılığın simgesi iken; Arap, duygunun, şiddetin, akıldışılık ve aşırılığın simgesidir. İsrail modernliğin simgesi iken; Arap bir türlü modernleşemeyen, geleneksel olanı simgeler. İsrail Batılı modern dünyanın bir parçasıdır sadece Weizman değil diğer yöneticiler de Batının bir parçası olarak görülür, Netanyahu eğitiminin bir kısmını Philadelphia (ABD) da yapmıştır, kendine kendine konuştuğu zaman İbranice değil İngilizce konuştuğu söylenir. İsrail dışişleri bakanlarının hemen hepsi ABD’de eğitim görmüş ya da orada yaşamış kişilerdir ve bunlar ABD’de konuşma yaparken Amerikalılar onları kendilerinden biri olarak görür. Oysa Araplar daha baştan koyu tenleriyle ve aksanlarıyla Batının dışına taşınırlar. Belki de tüm bu farklılıklardan çok daha önemli olan ise, Yahudilerin devlet kurmaya doğru gittikleri yolda kendilerini bir milletin parçası olarak görerek aynı hedef doğrultusunda birleşme yönünde gösterdikleri gayret, samimiyet ve fedakarlık iken; Araplarda birlik oluşturabilme, millet ruhu oluşturabilmelerinin önünde yer alan kavimcilik ve aşiret çatışmalarının Arap birliğini oluşturabilme yönündeki motivasyon eksikliğiydi. Özellikle Siyonizme karşı gelişecek olan Arap milleti ve milliyetçiliği düşüncesi ilerleyen yıllarda İsrail devletine karşı vücuda getirilmeye çalışılsa da gerçekleştirilemeyen bir “pan” hayali olarak tarihin ideolojik mezarlığındaki yerini almıştır. Ancak pan-Arabizmin başarısızlığı Filistin halkı için bir kader değildir. Filistin halkının uluslararası kamuoyunun giderek daha fazla desteğini almasıyla kendi topraklarında özgür ve müreffeh bir devletle kucaklaşması kaçınılmazdır.
[1] Boyer, Alain (1992), Siyonizmin Kökenleri, İletişim Yayınları, İstanbul, s.34
[2] Schoenman, Ralph (1992) Siyonizmin Gizli Hedefleri, Çev. A. Pesen, Kardelen Yayınları, İstanbul, s.14
[3] Cleveland, William L. (2008), Modern Ortadoğu Tarihi, Türkçesi, M. Harmancı, Agora Kitaplığı, İstanbul, 270
[4] Clevaland 2008: 271
[5] Clevaland 2008:271-272
[6] Clevaland 2008:270
[7] Schneer, Jonathan (2012), Balfour Deklarasyonu, Kırmızı Kedi yayınları, İstanbul, s.48
[8] Schneer 2012:380
[9] Schneer 2012:339
[10] Schneer 2012:340
[11] Schneer 2012:390
[12] Schoenman 1992:22