Çinçin’de bir hırsızla aramızda geçen konuşma bölgeyle ilgili hafızamdan silinmeyen repliklerden biridir: “Şimdi ben senin bir malını çalıyım, beraber gidelim karakola, ben senden önce çıkarım”. Bu vaka, suçun mağduru olan vatandaşın ikinci bir mağduriyeti yaşamasının sıradan örneklerinden biridir. Sorunun adeta suçlunun merkeze alınarak çözümlenmeye çalışıldığı izlenimi uyandıran yaklaşım, mağduru menfaatleriyle birlikte ikincil pozisyona itmekte ve mevcut sistemin adalet algısına yönelik olumsuz bakış açısı geliştirmesine neden olmaktadır. Suçluyu kazanma iddiasıyla hareket eden mevcut sistem, mağdurun mağduriyetini arttırırken sıradan masum vatandaşı ise hukuka ve adalete güvenmemeye itmek bir yana zaman zaman da suç işlemeye tahrik edecek noktaya getirmektedir.
Sosyoloji ve hukuk iki farklı disiplin olarak çeşitli alanlarda kesişerek hukuk sosyolojisi adı verilen alt dalı oluştururlar. Sosyoloji toplumu oluşturan insanlar arasındaki ilişkileri incelerken hukuk bu ilişkilerin nasıl düzenleneceğini inceler. Her ikisi de norma uygun toplumsal davranışın ne olduğunu ele alır. Hukuk, arkasında devlet yaptırımına sahip olan hukuk kuralları üzerinde çalışırken sosyoloji örf, adet ve töre gibi yazılı olmayan ve ancak toplumsal bir gücü (o da sayılanların her birisi için farklı derecelerde olan bir gücü) arkasına alır. Ancak benzer özelliklere de sahiptirler çünkü her ikisi de toplumsal düzen üzerinde çalışırlar.
Sosyoloji doğduğu andan itibaren kendi doğumuna sebep olan devrimler (Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi) ve sosyo-kültürel değişimlerin (Aydınlanma öncesi ve sonrası) etkilediği toplumsal yapıda meydana gelen sarsıntılar sonrası toplumsal düzenin nasıl mümkün olacağını ana mesele edinir. Hukukun ana iddialarından biri de, toplumda düzen ve adaleti tesis ederek bunu sürdürülebilir kılmaktır.
Toplumsal düzenin tesisinde sosyoloji ve hukukun (ceza hukuku) nasıl işlediğini gösteren klasik örnek, sosyolojinin sistemleştiricilerinden ve hatta kurucularından biri olan Emile Durkheim’da (1858-1917) görülür. Durkheim, ‘Toplumsal İşbölümü’ ile başlayan eserlerinden itibaren Fransız toplumu için yeni bir düzen ve yeni ahlak tesis edilmesi gerektiğinin altını çizer.
Bu eserde Durkheim’in vurguladığı, toplumların mekanik dayanışmalı toplumlardan organik dayanışmalı toplumlara doğru evrildiğidir. Mekanik dayanışmalı toplumlar, geleneksel (eski-ilkel), dinin topluma hakim olduğu, işbölümünün farklılaşmadığı, insanların benzer inanç ve değerlere sahip olduğu toplumdur. Bu benzerlik o toplumda kolektif bilinç (maşeri vicdan) oluşmasına neden olur. Bu kolektif bilinç bireysel bilinçler üzerinde o kadar etkilidir ki adeta ayrı ayrı bireysel bilinçlerden söz etmek mümkün değildir. Bireyler benzer inanç ve değerlere sahip oldukları için dayanışma içine girerler. Bu toplumda suç da ancak kolektif vicdanı tahrip eden, ortak duygu ve inançlara ciddi biçimde zarar veren eylem olarak görülür. Kolektif bilincin (maşeri vicdanın) şiddetli biçimde ihlali durumunda aynı inanç ve değerlere sahip olan insanlar aynı his ve hınçla hareket ederek ihlali (suçu) gerçekleştiren kişiye tepki verirler. Durkheim için bu tepkinin nedeni, kolektif ruhun oluşmasını sağlayan benzerliği bozmaya yönelik bir tehdidin varlığıdır. Öyleyse suça karşı verilecek olan ceza, benzerliği tekrar sağlamak adına, benzerlikten sapan davranışı yok etmeye yöneliktir. Durkheim’in işlevselciliği burada da devreye girer: “Cezanın hakiki fonksiyonu, maaşeri vicdanın bütün canlılığını muhafaza ederek sosyal türdeşliği ve dayanışmayı (sağlamaktır)… Cezanın asıl gayesi, suçluya değil, namuslu insanların bütününe bir emniyet telkin etmektir. Bu, dürüst insanlara, kolektif hislerin gücünü kaybetmemiş olduğunu, sosyal dayanışmanın devam etmekte olduğunu ispat etmek demektir[1].”
Durkheim’in belirttiklerine ek olarak cezayı temellendiren teorilerde cezanın verilme nedeni, namuslu insanlara güven telkin etmenin yanında, suçlunun yasaları çiğnemesi, suç teşkil eden herhangi bir (kötü) eyleminin karşılığı olarak o eylemin eşdeğerinde ona misilleme yapmaktır.
Durkheim için ilkel/geleneksel toplumlarda ceza vermedeki amaç, toplumun inançlarına, değerlerine (kolektif bilinç) karşı suç işleyeni cezalandırmak ve ondan intikam almaktır dolayısıyla burada suç işleyenin davranışını değiştirmeyi hedefleyen bir ıslah gayesi yoktur.
Toplumun ilkelliği ile cezanın şiddeti arasında doğrusal bir ilişki kuran Durkheim’a göre, ilkel (organik dayanışmalı) toplumlarda cezanın şiddeti fazladır. Hapsetme burada sadece asıl cezanın (yani vücudun bir uzvunu kesme, yakma, deri yüzme vb.) verilmesine kadar suçlunun bekletildiği yerdir, yoksa cezanın çekileceği yer değildir. Haliyle Durkheim’ın mekanik dayanışmalı toplumlardan sonra ortaya çıkan organik dayanışmalı toplumlarda ceza için belirttiği özgürlüğün kısıtlandığı bir durum değildir.
Durkheim toplumların ilkelden ya da gelenekselden moderne doğru ilerledikçe cezalarda da yumuşama olduğunu belirtir. “Mesela suçlunun hayatına basit şekilde son verme eski toplum tiplerinde ‘en ağır ceza’ demek değildi. Sadece öldürme yeterli bir ceza sayılmazdı. Mutlaka ‘vasıflı bir öldürme şekli yani belli bir acı çektirme niteliği olan öldürme şekli’ bulunmalıydı. Ancak türlü işkence ve eziyetle beraber vaki olan bir öldürme kâfi bir ceza sayılabilirdi. Mesela Mısırlılarda asma, kafa kesmeden başka ateşe atma, kül ile boğma, çarmıha germe cezaları vardı[2].” Eski toplumlardaki birçok farklı öldürme türünü sıralayan Durkheim, modern toplumlarda ölüm cezasında ızdırap vermenin azaldığını belirtir. Bugün birçok Avrupa ülkesinde ölüm cezasının kaldırıldığı bilinmektedir. ABD’de bazı eyaletlerde uygulanan ölüm cezaları halen uygulanmaktadır.
Durkheim suçu tamamen sosyolojik bir perpsektif üzerinden tanımlayarak suçun alanını, suça ve cezaya yüklenen anlamı daraltmaktadır. Bunu yapmasının nedeni çok açıktır. Çünkü o sosyolojiye bir alan açmakta ve sosyolojinin temel inceleme nesnesi olan toplumu değişen sekülerleşen toplumda tanrının yerine yerleştirmek istemektedir. Ayrıca suça ve cezaya yüklediği anlam ve işlevsellik ile ‘her toplumsal olayın arkasında bir başka toplumsal olay vardır’ ilkesine meşruiyet sağlamış olacaktır.
Suç, kamu vicdanını (kolektif bilinç) rahatsız eden yaralayan bir davranış olarak görülebilir örneğin küçük çocuklara yönelik cinsel saldırganlık ilkel, geleneksel ya da modern toplumlarda kamu vicdanını yaralar. Modern toplumlarda, insanların bu sapkın davranışa tepki vermesinin nedeni mekanik bir dayanışma içinde olmaları değildir ya da toplumun benzer inanç, ideoloji yapısına sahip olması da değildir. Bir mü’min ile bir ateist ya da bir liberal ile bir sosyalist bu noktada benzer tepkiler ortaya koyabilirler. Bunun arkasında yatan neden, eylemin meşru olmadığına, suç olduğuna dair insani bir kanaattir.
Durkheim’in modern toplumlarla eşleştirdiği organik dayanışma ise, işbölümünün arttığı, mesleki farklılaşmanın arttığı, düşünce inanç farklılıklarının olduğu toplumsal aşamayı ifade eder. Bu toplum tipinde dayanışmaya neden olan benzerlik değil farklılıktır. İnsanlar modern toplumlarda diğerlerinin sunduğu mal ve hizmetlere hayatını sürdürebilmek için daha çok ihtiyaç duyduğundan dayanışma içine girerler. Bu toplum tipinde bireysel bilinçler maşeri vicdan tarafından massedilmedikleri için daha özgürdürler ancak burada geleneksel toplum yapıları ortadan kalktığı ve hızlı bir toplumsal değişim yaşandığı için de başka sorunlar (örneğin anomi) ortaya çıkar. İnsanları bu modern toplumda yeniden motive etmek gerekecek, onlara yeni idealler ve yeni bir ahlak (ladinî ahlak) sunmak gerekir. Çünkü geleneksel toplum yapısında insanı bağlayan dinin gücü Fransız Devrimi ile zayıflamış neredeyse yok olmuştur.
Durkheim’e göre, organik dayanışmalı modern bir toplum cezalandırıcı değil iade edici hukuka sahiptir. Burada suçu işleyen kişiyi cezalandırmaktan yine söz edilebilir (örneğin ABD’deki ölüm cezaları) ancak burada cezanın yanında ceza gören kişinin kaybının karşılanması ön plana çıkar. Yasaların ihlali toplumun ortak değerlerinin ihlali olarak görülemez çünkü organik dayanışmalı toplumlarda herkes tabiri caizse farklı tellerden çalar. Böyle bir toplumda da kuralların ihlali ona göre büyük bir toplumsal tepkiye ve hak arama ve cezalandırma düşüncesinin ortaya çıkışına neden olmaz.
Sadece bu kaba ikili ayrım değil ayrımın içeriği üzerinden de Durkheim’a yönelik bir eleştiri geliştirilecekse eğer yukarıda belirtilene ilave olarak mekanik dayanışmalı toplumlarda suçu, sadece kutsalla ya da gücü elinde bulunduranlara (devlet ve temsilcilerine) yönelik rahatsız edici ve bütünlüğü bozan bir eylem olarak gördüğünde suçun alanını fazlasıyla daraltmış olmaktadır. Her ne kadar bireysel ve kolektif suçlardan bahsetse de bireylere yönelik suçların bu süreçte halının altına süpürüldüğü görülür.
Bir Başka Durkheim eleştirisi, onun ilkel ya da geleneksel toplum tipini yeknesak yani hiç değişmeyen hep aynı özelliklere sahip olan homojen toplumlar olarak görmesidir. Oysa geleneksel toplumlarda da evrimsel de olsa değişmenin ve farklılaşmanın olduğu açıktır. İşbölümü, farklılaşma ve hiyerarşi kavramları ve bunların bir sorun alanı olarak ele alınması Platon’un (MÖ 428/427– 348/347) meşhur ‘Devlet’ adlı eserinden Ibn Haldun’un (1332-1406) ‘Mukaddime’sine kadar tartışılan konular arasındadır. Elbette ki, bu filozof ve düşünürler Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’ni yaşamadılar ancak nihayetinde yaşadıkları toplumdaki değişim seyrini ve homojen olmayan toplumsal yapıların analizini yaptılar demek ki bunun farkındaydılar.
Durkheim modern toplum yapılarının yani organik dayanışmanın ortaya çıkması ile birlikte işbölümünün olabildiğince geliştiğini, mesleki farklılaşmanın ortaya çıktığını belirtir. İşbölümündeki bu farklılaşma ile bireysel bilinçleri kontrol altına alan kolektif bilincin gücünün kırılması arasında bir paralellik vardır. Artık modern (organik dayanışmalı) toplumlarda kolektif vicdan bireysel bilinçler üzerinde etkili olamayacaktır. Bu izahlarında Durkheim’a şöyle bir eleştiri getirilebilir; Modern toplumlar modern devlet yapısının ortaya çıktığı toplumlardır. Modern devletler, vatandaşlarını eğitim kurumları aracılığıyla homojenleştirmeye çalışan örgütlerdir. Modern devletlerin tüm ülke sathında aynı içerikte sundukları eğitim aracılığıyla aynı hisle kalpleri çarpan, yani heyecana kapılan, aynı ülkenin vatandaşı, aynı ulusun bir parçası olma isteğiyle ve hissiyle donatılan insanlar üretilir. Bu insanların örneğin, ülkenin bir karış toprağı için verecekleri tepki ile Durkheim’ın sürekli örnek verdiği ilkel toplumda kutsalın ihlaline karşı verilen tepkiler benzerdir. Çünkü modern toplum Durkheim için yeni tanrı olarak, toplumu üretmiştir ancak örneğin milliyetçiliğin modernist teorisyenleri tanrı yerine konulan yeni kutsalı “ulus” olarak tanımlar. Artık modern toplumlarda kutsalın ihlali ulus’un sınırlarına yönelik bir tecavüzdür ve bu da ulusu tahrip etmeye yönelik tahripkâr bir davranış olduğu için cezayı hak eder.
Durkheim’ın ceza ve kolektif bilinç (maşeri vicdan) arasında kurduğu ilişki düz-doğrusal modernist perspektifin dışına çıkılarak suç ve ceza alanına yeniden transfer edilirse cezanın işlevi daha iyi anlaşılabilir. Ceza, toplumun kendi sağlıklı devamlılığını ve toplumsal normların devamlılığını sağlayan bir pratiktir. Ceza bir yandan suç işleyenin elbette ki ıslahını hedeflemeliyken diğer yandan suç işleyenin (ve günümüzde artık bunu bir meslek ve marifet olarak görenlerin) özgürlüklerinin ellerinden alınması, sınırlandırılması demektir. Ceza, işlenen suçun şiddetine bağlı olarak değişen bir içeriğe sahiptir ve öyle de olmalıdır. Tam da bu noktada Durkheim devreye sokulabilir, ceza maşeri vicdanın kendini korumasıdır. Ceza maşeri vicdanı rahatlatmalı işleyende de bir endişe yaratmalı ve bir daha yapmamak için onu motive etmelidir. Aynı şekilde ceza benzer suçu işleyecek kişilerin aynı davranışı yapmalarını engellemelidir.
Bu yazının yazılmasına vesile olan birçok olay yaşanıyor. Hemen her gün TV’lerde sosyal medyada birer suç makinasına dönüşen kişilerin işledikleri suçlardan sonra aynı gün tekrar sokağa salındıkları görülüyor. Bu bir yana, suç işleyenler dünyanın en masum insanlarıymış gibi ve onların yakınları da yapılan çok meşru ve haklı bir eylem imiş gibi hareket ediyorlar.
Afyonkarahisar’da 2 Aralık 2022 tarihinde taciz edilen 2 küçük kız esnaftan yardım istiyor ve tacizci 2 kişi ile çıkan arbedede, küçük kızları tacizcilerden korumak isteyen esnaf tacizci tarafından bıçakla öldürülüyor. Adi bir vaka, kamu vicdanını yaralayan bir olay, ancak iş bununla bitmiyor katilin akrabaları polisin yanındaki katile “başını örtme (eğme) Serkan!” diye bağırabiliyor https://www.youtube.com/watch?v=wbiaoW4GGBg. Beyaz yaka suçluları için mahkemelerde “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganlarını dinleyen Türkiye şimdi de tacizcilere yönelik övgülere şahit oluyor. Suçu ve suçluyu övmenin tipik bir örneği herhalde.
Suçluyu topluma kazandırmak suçu azaltmanın önemli bir yolu gibi görünebilir ancak bir suçluyu kazanma adına maşeri vicdanda açılacak onulmaz yaralar da adalet sistemine olan inancı söndürebilir. Artık sıradan insanlar adaletin tesisinin mümkün olmadığını ve “yapanın yanına kâr kaldığını” düşündüğü zaman suç patolojik bir vaka olmaktan çıkıp normalleşir. Suçun normalleşmesi toplumsal düzenin erozyona uğraması anlamına gelir, toplumsal düzenin olmaması da bu kez anomali durumla değil devletin üzerine düşen görevi yerine getirmemesiyle ilişkilendirilir.
[1] Topçuoğlu, Hamide (1984) Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Işın Yayıncılık, Cilt II, Ankara, s.71
[2] Topçuoğlu 1984:75