Tevfik ERDEM

Tevfik ERDEM

Tüm Yazıları

KADIN CİNAYETLERİ

02 Eylül 2019
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

Emine Bulut adlı kadının 18 Ağustos 2019 tarihinde Kırıkkale’de bir lokantada kocası tarafından, 10 yaşındaki kızının gözü önünde boğazından bıçaklanarak öldürülmesi toplumsal hafızamızda silinmeyecek bir iz bıraktı. Emine Bulut’un “ölmek istemiyorum” ve kızının “Anne ne olur ölme!”  feryatları bu acı tabloyu tamamlayan son sözler oldu. Bu olay bize Ayşe Paşalı ve Güldünya Tören’in öldürülmelerini hatırlattı. Bir de kadın cinayetlerini.

Kadın cinayeti (femicide[1]), kadınların sadece kadın oldukları için öldürülmelerini ifade eder. Kadın cinayetlerinin sayısının, kitle iletişim araçları aracılığıyla görünürlük ve bilinirliğinin artması özellikle sosyal medya aracılığı ile bu tür cinayetlere yönelik tepkilerin gündem belirleyecek bir kapasiteye sahip olması bu cinayetleri (kadın cinayetlerini) gündemin öncelikli maddelerinden biri haline getirmektedir. Çünkü cinayetlerin gerçekleşme biçimi, nedeni ve ortaya çıkardığı sonuç toplumsal vicdanda büyük bir etki bırakmaktadır. Özellikle olaya şahit olan öldüren (fail) ve öldürülen (maktulün) çocuklarının olaya şahit olması -ki– kamuoyunu oldukça rahatsız etmiştir.

Kadın Cinayetlerinin Sebepleri

Kadın cinayetlerinin sebepleri ve öldüren kişilerin genel özellikleri ortaya çıkartıldığında bu tür vakaların bir daha yaşanmaması için gerekli tedbirler alınabilir. Yani ne tür gerekçelerin kadın cinayetlerine sebep olduğu ve katillerin temel kişilik özelliklerinin neler olduğu sorularına cevap bulunduğunda henüz eylem gerçekleştirilmeden bir tedbir alma imkânı doğabilecektir.

Kadın cinayetleri konusunda yapılmış araştırmaların sonuçlarına göre, kadın cinayetlerinin arkasında yatan nedenler şu şekilde sırlanmıştır: Aile içi tartışma, aldatma, kıskançlık, namus, geçimsizlik, ekonomik sorunlar, işsizlik, psikolojik rahatsızlıklar, töre, boşanma ya da boşanma talebi…

Cinayet faillerinin büyük bir çoğunluğunun öldürülen kadınların kocaları ya da akrabası, tanıdığı olduğu görülmektedir. Polis Akademisi raporuna göre %4’lük bir vaka katil bilinmemektedir.

Mesleki nitelikleri açısından ele alındığında faillerin büyük kısmı niteliksiz işçi, kurye, inşaat işçisi vb. gibi işler yapmaktadırlar.

Kadın cinayetlerinin toplumsal vicdan üzerinde oluşturduğu baskı ve vaka sayısının giderek artması, bu cinayetleri Durkheim’cı anlamda incelenmesi ve bir çözüme kavuşturulması gereken sosyolojik bir olgu, normalden ayrılma anlamında da bir sapma haline getirmektedir. Çünkü bu olayları tek başına aile içi tartışma, aşk ya da tutku cinayeti ya da kıskançlık olarak açıklayarak bireyselleştirmek bir çözüm sunma konusunda yetersiz kalmaktadır. Vaka sayının ne kadar arttığını göstermek açısından Adalet Bakanlığı’nın yaptığı açıklamalara bakmak yeterlidir: 2003-2010 yılları arasında kadın cinayetleri %1400 artmıştır.

Ayrıca kadın cinayetlerinde son on yıl içinde bir artış görüldüğü de açıktır. Aşağıda Tablo-2 bu durumu göstermektedir. Parantez içi veriler polis ve jandarma kayıtlarına geçen veri olarak sunulmuş Polis Akademisi Raporu verilerdir.

Tablo: Yıllara göre kadın cinayetleri

Kaynak: http://anitsayac.com/?year=2008.

Kadın cinayetlerini açıklamak için iki farklı görüş ortaya atılabilir:

  1. Referans çerçevesi açıklığı: Bu iki perspektiften ayrı olarak kadın cinayetlerinin artışı (ortaya çıkışı değil) geleneksel yapılı toplumdan modern yapılı topluma geçiş sürecinde meydana gelen değişikliklerle ilişkilendirilebilir. Kentleşme sürecinin meydana getirdiği daha özgür mekân ve ilişki ağları, geleneksel bağ ve kontrolün etkisinin azalması, kadının işgücüne katılımı ile birlikte kazandığı yeni toplumsal statü biçimleri ve bu statü biçimlerine bağlı olarak gerçekleşen-oynanan roller, köklü bir değişim ve direnç ortaya koyabilmektedir. Medeni haklar konusunda artan bilinç düzeyi fiber optik kablolar aracılığıyla bilgiyi, enformasyonu dünyanın her yerine hızla yayarken adeta mikro dünya olarak cep telefonları sıradan insanın her türlü bilgiye ulaşıp, coğrafyanın bir engel olma özelliğini ortadan kaldırırken örneğin mezradaki bir insanı kendi dar alanından küresel dünyaya adeta fırlatmaktadır. Bu değişim süreci kadının daha fazla bilinç kazanmasına, yaşadığı olayları farklı şekilde değerlendirmesine ve elbette ki değerlerinde de belli oranda değişmeye neden olmaktadır. Kadının kendisine, çevresine ve diğerlerine yüklediği bu değişen değer referans çerçevesi, erkeğin yakalayamadığı ya da görmek istemediği, kabullenemediği bir durumdur. Geleneksel erkek bakış açısı ve pozisyonu bu değişimin ürünü olarak ortaya çıkan yeni durumu algılamakta, meşrulaştırmakta ve kabul etmekte direndiği anda kadın cinayetleri meydana gelmektedir. Kısaca referans çerçevesi açıklığı olarak tanımlanabilecek bu bakış açısında erkekle kadın arasındaki referans çerçevesi ne kadar açılırsa şiddetin meydana gelme olasılığı da o kadar artacaktır.
  2. Toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri: Bu bakış kadın cinayetlerini kadın bedeni ve hayatı üzerinde erkek iktidarının tahakkümünün izdüşümü olarak görür. Bunun temelinde de eşitsiz toplumsal cinsiyet ilişkileri üzerine kurulu ataerkil yapının olduğunu iddia eder. Bu ataerkil kültür, kadını geri plana atarken erkeği ön plana çıkaran ve bir anlamda da kadının düşünce, beden ve ruh olarak kendisini ikinci planda hissettiren bir kültürdür. Erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyeti nesnenin-eşyanın doğasına uygun olanı yansıttığı için erkeğin kadın (ın bedeni, hayatı, namusu) üzerindeki hâkimiyeti erkeğin cinayet dâhil her türlü eylemine meşruiyet zemini sunacağı için öncelikle erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyetinin ortadan kaldırılması gerekmektedir.

Türkiye’de kadın cinayetleri daha çok cinayetin arkasında yatan sebebi tek bir nedene (“namus”) indirgeyen bir gerekçeyle izah edilir. “Kadın katilleri ‘namusumu temizledim’ dediğinde  ‘Adam şerefini kurtarmış’ denilerek toplumun belli kesimlerinde örtülü bir takdir görüyor ve destekleniyor” (Hamzaoğlu 2019:29). Daha çok feminist bir pespektifle cinayeti açıklamaya çalışan bu teori, “feodal” bir töre unsuru olarak “namus”, arkaik ataerkil kültür ve “kadını ikincil bir varlık olarak gören gerici bir din olarak İslam’ın” üçlü bileşiminin etkisiyle cinayetin gerçekleştiğini varsayar.  Bu varsayım kadına yönelik cinayetlerin azaltılması için esas olarak bu üçlü gerici hegemonya alanı ile mücadele etmeyi zımnen varsayar.

İtalya ile Meksika’daki feminist hareketler üzerine çalışmalar yapan Film yönetmeni Marlene Pardeller, kadın cinayetlerinin ardındaki mekanizmaların dünyanın her yerinde olduğu gibi Almanya’da da aynı olduğunu belirtir: Kadın ilişkideki rol dağılımını sorgulamaya başlayıp, bağımsızlaştıklarında tehdit artıyor[2].” 

Dortmund Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Monika Schröttle’in görüşlerine bakıldığında sorunun evrensel boyutu göz önüne serilmektedir: “Cinayet motiflerine baktığımızda hep aynı klasik kalıplarla karşılaşıyoruz. Kadın kocasını terk etmek istiyor veya terk ediyor, akabinde öldürülüyor. Aslında bu tamamen ataerkil düzenin bir kalıbı.” Bu durum Almanya’da cinsiyetler arası eşitliğin çoktan sağlandığına dair varsayımın da doğru olmadığını gösteriyor.

Türkiye’de veya Meksika’daki feministlerin kadın cinayetlerini Almanya’dan farklı olarak “kendi kültürlerinin bir parçası“ olarak gördüklerini belirten Prof. Schröttle, Almanya’da kadın cinayetlerinin “istisnai erkekler“ tarafından sergilenen bireysel davranışlar olarak görülüp, içinde yaşanılan kültür ile bağdaştırılmadığını (eleştirel bir bakışla) belirtiyor. Schröttle’e göre, “Göçmen kökenli kadınlar öldürüldüğünde bu olay hemen ilgili kültür ile bağdaştırılıyor: Bunlar kadınları öldürüyorlar, çünkü ataerkil ve arkaikler deniliyor. Kültür çoğunlukla diğerlerinin kültürü oluyor. Hâlbuki arkaik-ataerkil kültür aynı şekilde Alman kültüründe de var. Bunun kültürel kökenli bir kontrol motifi olduğunu edebiyatta, şarkı sözlerinde ve rap metinlerinde görüyoruz. Kadın niye ölmek zorunda: Çünkü erkeği reddetmiştir ve erkeğin kontrolünden çıkmıştır. Arka plandaki fikir şudur: Kadın gidemez, kadın bana aittir.“ Schröttle kadın cinayetlerinin ikili ilişkilerde erkeğin kadını tahakküm altına alma isteğiyle ilişkilendirilmesi gerektiğini söylüyor. “Bu bizi şoke etmeli ve bu skandalı politik bir konu haline getirmeliyiz[3].“

Öyleyse Türkiye’nin de aynı kategori içinde yer aldığı Hollanda, İsviçre, Almanya ve Finlandiya ülkelerinde kadın cinayetleri oranının (1 milyonda beş) aynı olmasının dini (İslam) ya da kültürel (Türk töresi) gerekçeyle izahı çok anlamlı görünmemektedir. Bu cümle gerekçenin töre ya da namus/iffet olarak gösterildiği vakaları yok saymak anlamında değildir sadece tek izah biçiminin bu olmasının anlamlı olmadığı görülmelidir.

Kadın cinayetlerinde evrensel bir sarmal var gibidir. Kadın cinayetlerinin evrensel sarmalı şu şekilde işler: Ev içi şiddet› ayrılma, ayrı yaşama › tehdit › dönme/barışma ya da görüşme talebi › görüşme ya da karşılaşma anında cinayet. Modernleşmeyle birlikte kadının özgür hareket alanının giderek genişlemesi ile bu genişlemeye ayak uyduramayan erkek arasında meydana gelen açıklığın ortaya çıkardığı gerilim.

Kadın cinayetleri neden gerçekleşiyor ve neden artıyor, sorusunun cevabını belki de boşanmayı zorlaştıran yasalarda aramak gerekebilir. Ayrıca kurumlar arası koordinasyonsuzluk, ayrılan çiftlerin çocuklarını görebilme ile ilgili sorunları, namus, töre, topluluk (cemaat, aşiret vb.) etkisi cinayetlerin sebebi olarak gösterilmektedir.

Kadın cinayetlerinin önlenemeyen yükselişinin arkasında cinayet işleyenlere dair genel bir profil çıkarmanın güçlüğü vardır. Çünkü cinayet işleyenlerin %86.5’inin sabıkası yoktur yani cinayeti işleyenler sıradan vatandaşlar.

Kadın cinayetlerinde faillerin 82.4’ü cinayeti işledikten sonra yakalanıyor. Cinayeti işleyenlerin %16.2si ise intihar ediyor. Sadece %1’i firari oluyor (Taştan ve Yıldız:2018). Görüldüğü gibi cinayeti işleyenlerin çoğu olay yerinden kaçmıyor, görevini bitirmiş bir Hasan Sabbah fedaisi gibi… kaçmıyor, ya teslim oluyor ya da cinayetten sonra intihar ediyor. Tam bir göreve (misyona) odaklanmış suikastçi, her şeyini kaybetmeye hazır.

En temel insan hakkı olan yaşam hakkının korunması, kadın cinayetlerinin son bulması amacıyla kurumların şiddetle mücadelenin her aşamasında aktif rol almasını sağlamak amacıyla, 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” Resmi Gazete’de yayımlanarak ( 08.03.2012) kabul edilmiştir. Kanun gerçekte uluslararası bir sözleşmeden ilham alarak hazırlanmıştır. 2011 yılında imzaya açılıp 2014 yılında yürürlüğe giren, “Kadına Yönelik Şiddet ve Ev içi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Sözleşmesi” ya da uluslararası sözleşmenin İstanbul’da düzenlenmesi hasebiyle kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan sözleşme, kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri ve aile yapısı tartışmalarının odak noktasında yer almaktadır. Sözleşme, Türkiye’deki taraftarlarınca “uygulanmadığı halde üzerinde tartışma yaratılan bir metin”dir, daha çok muhafazakâr kesim tarafından ise, Türkiye’deki aile yapısına uygun olmayan özellikleri bünyesinde barındırması ve dini (İslamı) şiddetin kaynağı olarak göstermesi gerekçesiyle eleştirilir (aileakademisi.org).

İstanbul Sözleşmesi şiddeti, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin bir sonucu olarak alır. Eğer bu eşitsizlik önlenirse cinayetler de engellenmiş olacaktır. Sözleşmecilere göre, kadınlık ve erkeklik sosyal olarak inşa edilir. Bu inşa ise, kadın erkek arasındaki eşitsizliği meşru gören bir bakış açısına dayandığı için ideolojik bir inşadır. Sözleşme ataerkil kültür kalıplarının ve inanç biçimlerinin inşa ettiği birey üzerinden kadın cinayetleri analizi yaparak cinayetler ve gelenek, din, kültür, töre arasında bir ilişki kurar. Eril söylem ve iktidar alanını daraltmayı hedefleyen sözleşmede feminist dilin dominantlığı inkâr edilemez ayrıca Prof. Monika Schröttle’yi de hatırlatan bir izah tarzı vardır.

Sözleşmede din, ataerkil iktidara meşruiyet sağlayan, kadını ikincil rolde gören bir işlevsellik içinde sunulmaktadır ayrıca namus ve dini şiddetin (tek) kaynağı imiş gibi sunan bir dil vardır. 11 Eylül sonrası İslam ve terörizm arasında kurulan kriminalize edici dil burada, din (İslam) ve şiddet arasında kurulmaktadır. Ayrıca şiddeti ortaya çıkaran risk faktörleri olarak; çocuklukta kötü muameleye maruz kalma, uyuşturucu kullanma, alkol alma, psikiyatrik bozukluklar, kumar ve ekonomik eşitsizlikler (yoksulluk) gibi değişkenler şiddet üzerinde belirleyici olmasına rağmen bunlara dair bir gönderme yoktur. Bu yüzden İstanbul Sözleşmesi’nden hareketle şiddeti sadece belli değişkenlerle açıklamak yeterli değildir (aileakademisi.org).

Sözleşmeye yönelik bir başka eleştiri de, uygulandığı ülkelerde şiddeti önleyememiş olmasıdır. Örneğin sözleşmenin modeli İskandinav ülkelerinde şiddet ve tecavüz oranları çok yüksektir. Finlandiya’da her yıl 50 bin kadın şiddet ya da tecavüz mağdurudur. Danimarka’da 2017’de 24 bin kadın tecavüze uğramış ya da tecavüz girişiminde bulunulmuştur (aileakademisi.org).

Kadın cinayetlerinin engellenmesine yönelik öneriler

  • Uzun vadeli bir yatırım olarak kültürel ve dini değerlerin birleştirici, hümanist ve kadına değer veren yönlerini ön plana çıkararak onları evrensel insani değerlerle harmanlamak ve uzun vadede eğitim aracılığıyla kadın ve erkek arasındaki “kültürel referans farklılığı açığı”nı ortadan kaldıracak zihniyet değişimini sağlamak
  • Aile içi şiddet ilk uygulandığında “Aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddet kayıt formu” polis tarafından doldurulurken polisin şiddet riski ile ilgili (yönlendirici olma özelliğine sahip) vereceği kararın titizliği (Taştan ve Yıldız 2018).
  • Uzaklaştırılan erkeğe yönelik rehabilitasyon programı (Taştan ve Yıldız 2018).
  • Kadına şiddet vakasına karışmış erkeğe öfke kontrol eğitimi.
  • Cinayetlerin sıklıkla barışma ya da görüşme randevularında gerçekleşmesi nedeniyle bu görüşmelerin emniyet görevlileri tarafından kontrol edilen, denetlenen mekânlarda ve onların nezaretinde gerçekleştirilmesi.
  • Özellikle televizyonlarda kadın cinayetleriyle ilgili haberlerin verilmesi sunulması konusunda sıkı denetim. Bu yasakçı bir zihniyet olarak değil cinayetlerin sunuluş biçiminin adeta diğer “uyuyan hücreleri harekete geçirme etkisi” yaptığı düşünüldüğünden dolayıdır. Çünkü kadına yönelik cinayetlerin bir anda peş peşe gerçekleşmesi haber sunumunun adeta kelebek etkisi uyandırdığı sonucuna ulaşılmasına neden olmaktadır.
  • Dizi filmlerdeki şiddet sahneleri konusunda yapımcıların hassas davranması gerekmektedir.
  • Ailede arabuluculuk mekanizması devreye sokulabilir.
  • Boşanma sürecinin uzaması ve çocukların velayeti sorununun mevcut şartlar altında tekrar gözden geçirilmesinde yarar olabilir. Sevilmeyen bir helal olarak boşanma sürecinin hızlandırılması belki de daha hayırlı sonuçlar ortaya koyalabilecektir.
  • KADES[4] gibi uygulamaların bilinirliği yaygınlaştırılarak şiddete maruz kalan veya kalma riski içinde olan kadınların bu durumdan kurtulmaları sağlanabilir.

______________________________________

[1] „Femicide“ kavramını yetmişli yıllarda feminist Diana Russel ortaya attı. „Femicide“ cinsiyet nötrlüğünü ifade eden „homicide“ye (homicide=cinayet) karşı, kadınların öldürülmesinin ataerkil iktidar yapılarının bir sonucu olduğunu göstermek için kullanılıyor  (kaynak: https://taz.de/Almanyadaki-kadn-cinayetleri/!5490361/)

[2] (Kaynak: https://taz.de/Almanyadaki-kadn-cinayetleri/!5490361/)

[3] (Kaynak: https://taz.de/Almanyadaki-kadn-cinayetleri/!5490361/)

[4] KADES: Kadın Destek uygulaması. Cep telefonuna bu uygulamayı indiren kadınlar kendini tehlikede hissettiği anda uygulamada bulunan kırmızı butona bastığında emniyete saniyeler içinde ihbar gidiyor. Böylelikle olay yerine en yakın güvenlik gücü bölgeye gönderiliyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu Emine Bulut cinayetinden önce uygulamayı indiren kişi sayısının 70 bin olduğunu cinayetten sonraki üç gün içinde bu sayının 182 bine çıktığını belirtti.

KAYNAKLAR

-Aile Akademisi (2019), “10 Maddede İstanbul Sözleşmesi Neden İptal Edilmelidir?”, Aile Akademisi Derneği, Bursa (web: aileakademisi.org)

-Hamzaoğlu, Mehtap (2019), Namus: Kadına Şiddetin İdeolojisi, Siyah Kitap, İstanbul.

-Taştan, Coşkun ve Aslıhan Küçüker Yıldız (2018), Dünyada ve Türkiye’de Kadın Cinayetleri,  Polis Akademisi Yayınları

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA