Yaşadığımız salgın süreci virüslerin görünmeyen kızgın savaşçılar olduğunu gösterdi. 21. yüzyılın teröristi virüsler, eylemlerini istedikleri yerde en çok zararı verecekleri en fazla ses getiren yerlerde yapıyorlar. Virüslerin biyolojik roketleri nükleer bir bomba gücüyle patlıyor ve şehirler hatta ülkeler karantinaya alınıyor. Gerilla taktiğiyle savaşan virüsler adeta yapay zekâya sahipmişçesine işgal ettiği organizmayla kâh savaşıyor kâh taktik değiştirip ona uyum sağlayarak varlığını sürdürüyor. Kendi gitmek istemediği sürece de davetsiz misafir olarak aramızda kalacak gibi.
Küresel salgının altı aydır birçok insanın ölümüne ve hastanelerde ağır biçimde tedavi görmelerine rağmen bilim dünyasında insanlığa umut olacak bir aşının geliştirilememesi birçok şeyin sorgulanmasına ve adeta modernitenin tozpembe rüyasından insanlığın virüs kâbusuyla uyanmasına neden oldu. Paradoksal olan ise, modernitenin (daha iyi bir toplum, daha iyi bir gelecek, daha güvenli bir hayat gibi) temel iddialarına meydan okuyan virüsün kendisinin modernitenin sonuçları ile ilişkili olmasıdır. Nitekim Nikiforuk bu ilişkiyi insanoğlu ile açıklar: İnsanoğlu salgın hastalıkların saldırgan mimarlarıdır çünkü sanayileşme adına çevreye verdikleri zarar virüsleri yaygınlaştırır. Sanayileşmeyle atmosfere salınan karbondioksit üstorganizmanın varolma nedenidir çünkü sıcaklık yükselir, tarım toprakları kurur, böcekler ortalığa yayılır ve örneğin astım artar. Hastalıkların, virüslerin yayılmasını hızlandıran unsurlar ulaşımın hızı, metropol şehirler, seyahat eden insan sayısındaki artış, yağmur ormanlarının işgali ile meydana gelen iklim değişikliğidir (ki kızıl ötesi ışığı bazı virüsleri harekete geçirebilir).
İnsanoğlu (aslında batılı narsist birey) Bacon’dan beri doğayı denetim ve kontrol altına alma gayreti ile hareket edip bu konuda çok başarılı olduğuna inanırken bir anda mahşerin dördüncü atlısı her şeyi alt üst etti. Bütün tatlı hayalleri ölümle yıkan virüs nasıl ortaya çıktı, bunun sorumlusu kim, sorusu virüsün insanlık tarihinde farklı dönemlerde farklı bölgelerde büyük hasarlar meydana getirdiği bilindiği için olsa gerek, çok fazla sorgulanmadı, Trump hariç.
Bu geniş çaplı salgının (pandeminin) sorumlusu kim, sorusunun cevabı bugün daha çok Trump’ın (Amerika’nın) hedef göstermesi ile Çin olarak ortaya konurken daha genel bir sebep olarak Nikiforuk bize bunun temel sorumlusunun kontrolsüz hareket ederek çevreye zarar veren “insanoğlu” olduğunu söyler. Bu insanoğlu ifadesi aslında suçu tüm dünyaya yayarak sorumluluğu üzerinden atmak isteyen tipik Batılı bireyin bakış açısını ifade ediyor. Çünkü eğer dünyaya verilen zarardan söz edilecekse işaret edilen, insan ve doğanın kaynaklarını sonsuz bir ihtirasla sömüren Batılı insandır. Dolayısıyla eserde bundan sonra insanoğlu denince, akla gelen Batılı insan ve bugün doğayı ve kendi insanını sömürme anlamında benzer bir zihniyeti devam ettiren Çin olmalıdır.
Nikiforuk, Trump’ı sevindirecek biçimde Çin’i, virüsleri teşvik edecek tarım politikaları izlediği için açıkça virüs üreticisi olarak zikreder. Bu yüzden Çin'de 1957, 1968 ve 1977 yıllarında üç büyük grip salgınının patlak vermesi tesadüf olarak görülmez.
“Birçok bilim adamı, bir sonraki salgının Çin'deki bir ördek havuzunda başlayacağına inanıyor”, diyerek yazar, covid 19 un ortaya çıkacağına dair işaretler de verir (s. 199): “Çin, virüsleri teşvik edecek tarım politikaları izlediği için sıcak bölge kabul ediliyor. Çin'deki birçok çiftlikte önemli bir grip deposu olan ördekler ve yabani su kuşları, sağlam bir grip taşıyıcısı olan domuzlarla özgürce oynaşıyor. Ördeklerin, domuzların ve köylülerin yakın ilişkisi, başka türlere sıçraması ve insanların bilmediği bir biçimde yeniden örgütlenmesi için grip virüsüne sonsuz fırsatlar sunuyor. Böylesi ekolojik gerçekler ışığında, gribin imkanlarını tüketmediğini kesinlikle söyleyebiliriz.”
İnsanlığın görünmeyen düşmanları virüsler sadece belli aralıklarla ortaya çıkmakla kalmaz aynı zamanda tam her şey normalleşmeye başladı dendiği anda tekrar başa dönülür. Türkiye’de yeni normalleşme başladı dediğimiz bir zamanda, bütün insanlığa karşı gerilla tarzı direniş sergileyen virüslerin tekrar ortaya çıkabileceği ya da tarihin herhangi bir döneminde ortaya çıkarak insanlığa zarar verebileceğini hatırlatır. Bu yüzden virüs tarihini bilmek yaşanılan sorunu tüm yönleriyle tespit etmek için oldukça önemlidir.
Tüm dünya virüse karşı bir aşı-ilaç beklerken virüs tarihine baktığımızda, bazı virüslerin sessizce ortadan kaybolduğunu bazılarının ise mutasyona uğradığına şahit olunur. Virüsün meydana getirdiği bu değişime sebep olan ise (s.191), “virüsünün dış yüzeyinde hücre hırsızı görevi gören iki özel moleküldür. Bu özel moleküller, virüsün bir hücreyi ele geçirmesi için gereken maymuncuk, çekiç ya da geçiş kartı gibi aletleri sağlar. Ancak virüsün kendini her yeniden üretişinde yüzey moleküllerinin küçük bir parçası farklı şekilde kopyalanır ve zamanla moleküller düzenlerini satranç oyuncuları gibi değiştirir. Nesiller süren mutasyonun ardından, bağışıklık sisteminin antikorları, virüsün yeniden düzenlenen dış yüzeyini artık tanıyamaz hale gelir ve yeni bir grip doğar. Virüslerin bu değişimi (bazen) insan ve hayvanların topluca ölümüne sebep olur.” Bilim adamlarının sıkı sık “artık virüslerle yaşamaya alışmalıyız” sözünün arkasında yatan gerçek bu. Mutasyona uğramış virüs, insanları her an yeni sorunlarla baş başa bırakabilir. Kaldı ki virüsler üzerine çalışması olanlar, bize çok da fazla umut vaat etmezler.
Çünkü henüz tespit edilmemiş, sayıları yıldızlar kadar çok virüs olduğunu hesaba katmak gerekir. Nitekim Nikiforuk, bilim adamlarının şimdiye kadar bu virüslerden yalnızca 5.000'ini tanımladıklarını belirtir (s.258).
Bugünkü manzara, insanların doğa karşısında giderek daha fazla güç kazandıkları, bilimin adeta büyülü bir dokunuşla her sorunu çözdüğü düşünülen modernitenin bir uç aşaması olan küreselleşme çağında tüm insanlığı şaşırtmakta ve hatta hayal kırıklığına uğratmaktadır. Çünkü yüzbinlerce insanın ölmesi ve virüsün ortaya çıkmasından aylar geçmesine rağmen hala modern bilim (modern tıp) hastalık karşısında insanlığa bir reçete sunamamıştır. Bugün yaşanan manzara aslında geçmişten çok da farklı değildir fark sadece virüsün zarar verdiği insan sayısındadır.
1918’deki (İspanyol Virüsü olarak bilinen) salgın incelendiğinde bugünkü salgından çok daha acı manzaralar ortaya koyduğu görülmektedir. Virüse karşı alınan tedbirlerin de bugünden farklı olmadığı görülür: Bazı yetkililer toplantı yasağı getirir, ulaşım işçileri otobüsleri ve troleybüsleri dezenfekte eder. Arizona'da küçük bir kasabada el sıkışmak suç kabul edilir. ABD ordusu askerlerini her sabah sirke ve suyla gargara yapmaya zorlar, San Francisco halk sağlığı yetkilileri, halka açık yerlerde burnu ve ağzı örten maskeler takılması zorunluluğu getirerek bir pamuk çılgınlığı başlatır. ]ean üreticisi Levi Strauss bile şehirde yaşayanlar için maskeler üretmeyi önerir (s.197). Tıpkı o zaman da bugünkü gibi bu tedbirleri protesto eden insanlar vardır. Polisin binlerce maske takmak istemeyen ihlalciyi tutukladığı görülür.
Antibiyotikler ve ilaç mucizesi(nin zayıflığı)
Nikiforuk, sürekli ilaç (antibiyotik) kullanmanın da salgına sebep olduğunun altını çizer. Dr. Stuart Levy'ye göre bu durum "antibiyotik paradoksu"dur (s.236), yüksek antibiyotik tüketiminin nadir bakteri türlerini ya da "mucizeyi yok etme" yeteneğine sahip "üst mikropların" üremesini teşvik edeceği uyarısında bulunur adı geçen doktor. Böylece insanlar tedavileri için ya da hayvan yemi olarak ne kadar çok antibiyotik kullanırlarsa, o kadar çok ölümsüz mikrop üreteceklerdir. Eserdeki Pablo örneği bunu ilginç bir şekilde açıklar (s. 235). Sürekli ilaç kullanan Pablo'nun hap alışkanlığı, yalnızca onu öldürmekle kalmaz, Arjantin'i de tedavi edilemez bir hastalık üretecek deney kabına çevirir.
Yazar, tıp cemaatinin bulaşıcı hastalıklar çağının sona erdiği yönündeki açıklamalarını kibir olarak görür çünkü antibiyotiklerin keşfinden yalnızca kırk yıl sonra, bazı üstorganizmaların ilaçlara karşı direnç kazanarak yeniden ortaya çıkmaları sonrasında, aciz kalan doktorların alçak sesle “antibiyotik sonrası dönemden" söz ettiğini belirtir. Tıp ilminin çözemediği birçok sorun varlığını sürdürmektedir. Hülasa ilaç mucizesi kırılgan bir mucize gibi görünmektedir. Örneğin, dizanterinin divası shigella o kadar iyi silahlanmış olarak geliyor ki, dünyanın herhangi bir yerinde dört ya da altı antibiyotiği yenebilmektedir. Bulaşıcı hastalıkların öldürücü kralı olan tüberkülozun, antibiyotiklere direnç kazanması yüzünden dünyanın birçok yerinde kontrol dışı olduğu görülür (s.237).
İlaçlar bir yandan zararlı oyuncuları devre dışı bırakırken diğer yandan zararsız hatta faydalı olabilecek oyuncuları da öldürür ya da yaralar. “Birçok çocuk bu nedenle kulak ağrılarından bir türlü kurtulamaz ve kronik ilaç tüketicisi haline gelir - bu, cerrahi müdahaleyle sonuçlanan acıklı bir döngüdür (s.239).
Tıbbın yeni modası tüketici fetişi olan antibiyotikler, insanlar tarafında olmadık nedenlerle örneğin nezle gibi (antibiyotiklerin tedavi edemeyeceği virütik bir rahatsızlık) , kanser ya da baş ağrıları için kullanıldı. Bunun arkasında modern tıbbın mucizesi; her hastalık için bir hap ilkesi vardı. Ancak tıpkı öğrenen örgütler gibi direnme bilgisini diğerlerine öğreten bakteriler vardı. “Bir antibiyotik ya da antibiyotik grubu bir mikrobu etkisiz hale getirmeden önce, mikrop, gerçek bir gerilla gibi, direnme bilgisini diğer bakterilere iletiyorlardı.
Ancak antibiyotik kullanımını arttıran asıl gelişme (s.242), Amerikalı bilim adamlarının antibiyotiklerin büyümeyi hızlandırdığını keşfetmesiydi. Bir antibiyotik türü olan klortetrasiklinin birazını tavuk yemine karıştıran bilim adamları gözlerine inanamadı:
Antibiyotik verilen tavuklar, yirmi beş gün içinde, yalnızca vitaminle beslenen tavukların üç misli olmuştu. Küçük dozlarda antibiyotiğin hayvanların büyümesini yüzde 50 oranında
arttırdığı öğrenildiğinde, ilaç sanayi hemen işe el atıp dünyanın her yerini antibiyotikli domuz, sığır ve tavuk yemleriyle doldurdu. Çiftçilerin, modern teknolojik ilerlemenin totaliter doğası karşısında seçme şansları yoktu. Ya ilaçlı yem kullanacaklar ya da pazarlarını kaybedeceklerdi. Bugün yalnız ABD'de hayvancılık sektöründe, yılda yaklaşık 10 milyon kilo, yani insanların kullandığının iki katı antibiyotik kullanılıyor,” böylece 40 milyar dolarlık antibiyotik sanayii ortaya çıkıyor. Bu sanayi bir yandan yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı gelişirken diğer yandan ilaç şirketlerinin, antibiyotiklerini satmaları için doktor ve eczacılara maddi teşvikler vermesinden kaynaklanıyor.
Bugün tüm dünya virüs tehdidi ile karşı karşıya, Nikiforuk eserinde bu sorunun karşılaşılması muhtemel ve hazırlıklı olunması gereken bir sorun olduğunu belirtir. Eseri salgın öncesi dönemde okuyan birinin mevcut durum karşısında çok fazla şaşırması mümkün görünmüyor. Öyleyse gelecekte bizi şaşırtmayacak bir durum da antibiyotikler için yazdıklarıdır. O, “bakteri direnci tehdidi”nden bahsederken yasaklar, karantina vb. gibi şu anda karşı karşıya olunan pratiklerden söz eder (s. 250): Yeni binyıl, ortaçağ yasaklarını geri getirecek. Düşük seviyelerde ilaç direncinin yaygın olduğu ülkelere giden seyyahlar, mikrop durumları belirlenene kadar karantinaya alınacaklar. Tıp bilimi, insanları gayriresmi olarak iki sınıfa ayıracak: Direnç seviyeleri düşük olanlar ve üst mikroplar geliştiren "biyo-tehditler". Doktorlar giderek daha fazla sıradan ama tedavi edilemeyen vakayla karşılaşacak. Hastaların çoğu günlüğü 500 dolar tutan antibiyotikleri alamadığı için ölecek ve tedavinin tüm toplum için tehlikeli türler yaratma ihtimali karşısında diğerleri de ölmeye terk edilecek. Çok ilaca dirençli enfeksiyonları olan hastaların tecriti sıradan bir uygulama olacak. Yurttaşlar, hastaneleri ve bakımevlerini artık ilerlemenin simgeleri olarak değil, biyolojik varoşlar olarak görecek. Cesetlerin yakılması, tek cenaze biçimi olacak.
Ancak yine de bakterilerin ön planda olduğunu söylemek mümkün değil artık virüsler önplanda. Virüsler ön planda çünkü ona göre, inşalar doğa ile oynuyorlar ve virüsün yayılma hızını arttıran birçok etken var. Örneğin Machupo virüsü (1959), Doğu Bolivya'nın Machupo Nehri kenarında küçük bir fare üzerinde dolaşan virüstür. Sıtmayla mücadele seferberliğinde kullanılan DDT'nin bölgedeki kedileri zehirlemesi sonrasında çoğalan ve evlere giren farelerle virüs yayılır. İlacın yanlış kullanımını veya öngörülemeyen sonucunu gösteren bu örnekler, insanın doğa üzerinde istediği gibi oynamasının meydana getirdiği sonuçların ne kadar tehlikeli olduğunu gösterir.
Yazara göre sorun doğru algılanmadığı için önerilen ya da geliştirilmeye çalışılan çözüm de ciddi sonuç vermemektedir. Modern tıbbın hatası, sorunu sadece bir mikrop sorunu olarak görmesidir. Bu bakış açısı tüm hastalıkların iyileştirilebileceği varsayımı üzerine kuruludur ancak görüldüğü gibi bu amansız ve çok sayıda insanın hayatını kaybettiği sonuçları çok acımasız olan bir mücadele biçimidir oysa salgın sorunu, ekolojik değişimle ilgilidir. Modern tıbbın aktörleri olan doktorlar ona göre, şimdiye kadar hiçbir büyük salgının ilerleyişini durduramadı ya da etkileyemedi, bunu becereceğe de benzemiyorlar. İlaçlar, aşılar, gen mühendisliği gibi yeterlilik yanılsaması yaratmasına rağmen, salgınlar, en genç bilim olan tıbbın hala altı bezli bir bebek olduğunu hatırlatmaya devam edecektir (s.274). Nikiforuk, modern insanın üstorganizmayı yenemeyeceğini ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen umudunu da kaybetmeyeceğini, birinci atlının nal seslerine kulaklarını kapatamayacağını belirtir.
[1] Nikiforuk, Andrew (2018), Mahşerin Dördüncü Atlısı, Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi, Çev. Selahattin Erkanlı, İletişim Yayınları, İstanbul.