Tevfik ERDEM

Tevfik ERDEM

Tüm Yazıları

Merkez-Çevre İlişkisi Bağlamında 27 Nisan E-Bildirgesi

26 Nisan 2021
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

Tüketim toplumu teorisyenleri, tüketim toplumunda tüketim katedrallerine (AVM’lere) giren insanların tüketim nesneleri tarafından yoldan çıkartıldığından dem vururken, bu insanların yoldan çıkmalarının sebebini de, zaten onların yoldan çıkmaya müsait oldukları (tüketerek baştan çıkmak için ve baştan çıkacaklarını bilerek AVM’ye gittikleri) şeklinde açıklarlar.

Türkiye’de darbe yapmaya iştahlı olmak da böyle bir sürece tekabül eder. Örneğin Ayışığı ve Sarıkız darbe girişimleri 2003 ve 2004 yılları arasında planlanan girişimlerdir ancak Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün darbe konusunda hevesli olan kurmaylarına karşı mesafeli durması, onun genelkurmay başkanlığı yaptığı 2002 ve 2006 yılları arasındaki sürecin sessizce atlatılmasına neden olur. Ancak ardılı için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.

Bir de, darbeler sadece askerlerin içinde yer aldığı bir süreç değildir.  Askerleri tetikleyen, kışkırtan üniversite hocaları (1960 darbesinde olduğu gibi), onlara istikamet gösteren dergiler ve yazarlar (1960’larda Doğan Avcıoğlu öncülüğündeki Yön ve Devrim dergileri ki hedefleri 9 Mart 1971 odaklı bir askeri müdahaleydi), 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 e-bildirgesinde olduğu gibi siyaset üzerinde vesayetini hissettiren Yargıtay, Danıştay, AYM gibi kurumların desteği ve medyanın tahrikini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bu bürokratik destek bazen ordunun bu kurumlar üzerindeki vesayet stratejisinden kaynaklandığı gibi bazen de bu kurumların kendi merkezi (aktörlerinin de sınıfsal) pozisyonlarını kaybetme endişelerinden kaynaklanan bir refleksle de açıklanabilir. Bu bağlamda Türkiye’deki siyasi ve toplumsal işleyişi açıklamak için Şerif Mardin’in kullandığı merkez çevre teorisi bu ilişkiler setine transfer edilebilir. Nitekim Demokrat Parti ile başlayan çevrenin merkeze doğru yürüyüşü 1960’darbesiyle bir kesintiye uğrasa da 1965 sonrası Adalet Partisi ile ve sonra 1983 sonrası Anavatan Partisi ile düşe kalka gerçekleşmiştir. Anavatan Partisi sonrası 2002 tarihinde Ak Parti iktidarına kadar çevreyi temsil eden, onun çıkarlarını merkez aleyhine ön plana çıkaran bir siyasi partiden söz etmek mümkün görünmemektedir. Çevre kendi kimliği (İslam) ve değerleriyle merkeze doğru yürürken, merkez, laikçi kimliği ile bu kimliğin dışında gördüğü ve tanımladığı muhafazakâr (ve cahil) çevrenin merkezle bütünleşmesini engellemeye çalışarak onu kendi sahip olduğu maddi ve manevi imkânlardan mahrum kılan sosyal kapanmayı (social closure) gerçekleştirmiştir. Sosyal kapanma, bir toplumsal sınıfın ya da zümrenin sahip olduğu imkânlardan diğerlerini mahrum bırakma girişimidir. Türkiye’deki darbe süreci de, sahip oldukları maddi imkânları ve statüyü kendilerinden daha değersiz ve itibarsız gördükleri bir zümre (Eflatuncu anlamda “ayaktakımı”) ile paylaşmak istemeyen sınıfların sosyal kapanma ve güç mücadelesidir. Nitekim 28 Şubat sürecinde TÜSİAD’ın mevcut hükümete karşı giriştiği yıpratma gayreti yeni yeni yükselen ve İslami kimliğiyle bilinen işadamları grubunun yükselmelerini önlemeye yönelik hükümete abanma girişiminden başka bir şey değildi, yine sınıfsal ve İslami kimlikle ilgili takıntıları buna eklemeyi de unutmamak gerekir.

Çevre’nin son temsilcisi Ak Parti

Kuruluşundan (2001) bir yıl sonra girdiği seçim dâhil bu güne kadar girdiği her seçimi kazanan Ak Parti sadece kendi zaferini değil çevrenin merkez önündeki önlenemez yükselişi ve zaferini temsil ediyordu. Kendisinden önceki sağ-muhafazakâr partilerden farklı olarak, siyasetin kendi ayakları üzerinde (sandıktan çıkan sonuçla) işlemesini ifade eden Ak Parti, siyaset üzerindeki vesayet odaklarına karşı bir direnişi de temsil ediyordu. Ak Parti, vesayetçi yapıya karşı çıkma ve bu yapıyı-düzeni değiştirme konusunda mücadele yöntemi ve araçları olarak, geldiği İslami yönelimli ‘Milli Görüş’ geleneğinden ayrışarak, Avrupa Birliği (AB) reformlarına öncelik ve önem verdi. Hükümet olduğu 2002 sonrası dönemde uygulamaya konan AB uyum paketleri, bir yandan Türkiye’nin demokratikleşme çıtasını yükseltirken diğer yandan Ak Partinin vesayet odaklarına karşı mevzi kazanmasına ve partiye yönelik iç ve dış kamuoyunun sempati ve desteğinin artmasına hizmet ediyordu. Çünkü AB uyum yasaları, Türkiye’deki cari hukukun AB müktesebatıyla uyumlu hale getirilmesini sağlarken sivil ve asker ilişkilerini de yeniden formüle ediyordu. Bu formülasyon da, RTÜK’ten YÖK’e oradan MGK Genel Sekreteri’nin sivil üye olmasına kadar Ak Parti’ye öncelikle asker, dolaylı olarak da onun gölgesinde kalan bürokratik vesayet odaklarına kısaca müesses nizama (establishment) karşı mevzi kazandırıyordu.

Ak Partinin kapatılan Refah Partisinin gelenekçi (Saadet Partisinin Milli Görüşçü) çizgisinden ayrı bir parti olarak kurulması, içinde bulunulan siyasi, sosyal ve ekonomik yapının ihtiyaç hissettirdiği yeni bir merkez sağ partisi olmaya doğru onları yönlendirmiştir. 2001 Yılındaki büyük ekonomik kriz, mevcut koalisyon hükümetinin halk desteğini kaybetmesine sebep olurken kapatılan parti deneyimlerinden ders çıkaran Milli Görüş hareketinin ‘yenilikçi’ kanadının bu durumdan ders çıkararak partinin odağına (İslami) kimlik yerine muhafazakâr ama farklı siyasi eğilimlere hitap edecek kadar esnek ve esas olarak da “halka efendi olmaya değil hizmet etmeye” odaklı bir parti felsefesini dillendirmeleri siyasi aklın gereği olarak ortaya çıkar.

Ak Partinin ilerleyen dönemlerde de izlediği, askerin siyasi vesayet üzerindeki etkisini arındırma gayreti ve direnci, siyasi yelpazenin solundaki birçok yazar ve siyasetçi tarafından takdir ve destek görmüştür.

Hizmet odaklı siyaset tecrübesini 1994 yerel seçimleriyle birlikte İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerde tecrübe eden halkın, yolsuzluklar ve ekonomik krizlerden kurtulmak adına, 2002 sonrası hizmet siyasetine teveccüh etmesi normaldi. Ak Parti gibi kuruluşundan bir yıl sonra iktidarı tek başına ele geçiren bir partinin iktidar olmasını, belediye tecrübelerinden ve geçmişinden ayrı olarak değerlendirmek mümkün değildir.

Kimlik siyaseti yerine hizmet siyaseti ile hareket etmek, müesses nizamı rahatsız etmemek adına da anlamlıydı, kaldı ki parti kurucuları 28 Şubat sürecinden ve daha önceki parti kapatmalardan, ağızlarından dökülen şiirlerin sonuçlarından bile ders çıkarmak durumundaydılar. Parti yerel seçimlerde sunduğu hizmetlerle, tecrübe edilmiş bir siyasetçinin aynı zamanda okuduğu bir şiir yüzünden mağduriyeti (hapis ve siyasetten men edilmek hatta “muhtar bile olamamak!” tehdidi) ile birleşiyor ve bunlar, mağdur edilmiş İslami kimlik ve Menderes mirası gibi siyaseten üretici sembollerin halkın nazarında oya tahvil edilmesini mümkün kılıyordu.

12 Eylül sonrası seçim sisteminde yapılan değişikliklerle siyasi sistemin dışında bırakılan/bırakılmaya çalışılan iki grupla (Kürtler ve dindarlar) barışık ve onları kendi kimlikleriyle olduğu gibi kabul edip, sisteme dâhil etmeye çalışan bir siyaset izledi Ak Parti. Böyle bir siyaset de onun, tüm Türkiye’de oy alabilen bir Türkiye partisi haline gelmesini sağladı. İktidara geldikten kısa bir süre sonra OHAL’i kaldırması (30 Kasım 2002) ve daha sonra da teknik liseler (aslında imam hatip okulları) için konan katsayı engelini ki bu engel yüzünden bu okul mezunları başka bir alana yönelemiyordu, kaldırma yönünde çeşitli girişimlerde bulundu ve sonunda kaldırdı. Böylece Türkiye için çevrenin temsilcisi olan iki grubu merkeze doğru taşımaya başladı. Bu taşıma süreci demokrasi (serbest seçimler) aracılığıyla ve yeni bir demokratik kültürle (muhafazakâr demokrasi) yapılmaya çalışıldı.

Kaos: Darbe için meşruiyet zemini

Türkiye’de darbelerin arkasındaki meşruiyet, sivil siyasetçilerin ekonomik ve siyasi krizi çözemeyecek duruma gelmesidir ancak zevahiri açıklayan bu durumun arkasında, Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin ve değerlerinin dışına çıkmak ya da askerce ‘çıktığı düşünülmesi’ gelmektedir.  1960 darbesi bir karşı devrim hareketi olarak görülen Demokrat Parti iktidarına son vermeyi hedeflemiştir. 1971 her ne kadar 9 Mart’ı engelleme adına yapılsa da artan terör olayları ve ayrılıkçı hareketlerin güç kazanması önemli bir gerekçedir. 1980 darbesi, 28 Şubat hep aynı gerekçelerle yapılmıştır. 27 Nisan e-Muhtırası da bu eksen üzerinden açıklanabilir çünkü muhtıra metni tamamen karşı devrim hareketinin mevcut hükümet tarafından nasıl cesaretlendiğine dair bir eleştiriye dayanıp, had bildirme ile son bulur[1].

2002 ve 2006 yılları arasında, nispeten sessiz geçen asker ve Ak Parti ilişkisinde, ordu siyaset ilişkisine mesafeli yaklaşan Hilmi Özkök faktörünü göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim Özkök sonrası Yaşar Büyükanıt bu ilişkiyi gerdirdikçe gerdiren bir tavır izler bildiriyi metne alanın o olduğunu bilmek bile sürecin neden gergin geçtiğini açıklamaya yeter.

Sürecin gerginleşmesine neden olan diğer faktör, Ak Parti iktidarını, zayıf CHP muhalefeti karşısında dengeleyen ve merkezin yılmaz savaşçısı olan ve sarsılmaz laikçi hızını ve hırsını sadece trafikteki kırmızı ışıkta azaltan Necdet Sezer’in 2007 yılında görev süresinin sona ermesidir. Merkezin bu son laik kalesi birçok üst düzey kamu bürokratını atama yetkisine sahip olduğu için karşı devrimci olduğu düşünülen bir iktidara teslim edilmemelidir. Ancak Ak Parti’nin meclisteki milletvekili sayısı neredeyse anayasayı değiştirebilecek bir güce yakındı. Sezer sonrası parlamentonun yapacağı bir seçim Ak Parti’nin rengini vereceği bir Cumhurbaşkanı anlamını taşımaktaydı. Aslında ilk turu 27 Nisan 2007’de yapılacak olan bu seçimlere Ak Partinin damgasını vurmasını engellemek adına her şey yapılmalıydı, akla gelebilecek her şey, o gece Genelkurmay sitesine yüklenen bildiri metni dâhil. Seçimi bu meclisin yapmasını engellemek, hükümeti alaşağı etmeyi meşru gösterecek bir kaos ortamı yaratmak. Ancak hükümetin hem Kıbrıs hem de AB uyum raporları konusunda izlediği politika onu dış güçlerin gözünde beraber çalışılabilecek uyumlu bir hükümet olarak gösterdiği için, açıktan gerçekleştirilebilecek bir darbenin uluslararası meşruiyeti mümkün değildi. 19 Ocak’ta Hrant Dink Cinayeti ve Malatya’daki Zirve Kitabevine 8 Haziran 2007’de yapılan saldırıda DAEŞ’i aratmayacak cinsten bir saldırıyla, biri Alman üç kişinin boğazlarının keserek öldürülmesi de Batıya karşı Türkiye’deki İslamcı bir hükümetin gayrimüslimlere karşı izlenen saldırgan politikalara göz yumduğu hatta yeşil ışık yaktığı şeklinde yorumlanarak, Ak Parti hükümetini Batı karşısında itibarsızlaştıracak saldırılardı ki her iki saldırı da daha sonra Ergenekon soruşturmasıyla ilişkilendirildi.

Bu yüzden açık bir darbe yerine “silahsız kuvvetler” ile halkı hassas yerlerinden (laiklik, irtica) kaşıyarak mevcut hükümeti, Cumhurbaşkanını tek başına seçme konusunda baskılamak hedefleniyordu.
Ak Partiden açıkça istenen seçmenin oyuyla elde ettiği iktidarı muhalefetle paylaşmasını istemekti ki bu da Ak Parti’yi gerçek bir demokratik parti olmaktan ve muktedir olmaktan uzaklaştırmak anlamına geliyordu. Ancak Türkiye’nin siyasi hayatında halkın teveccühünü elde ettiği halde kendi hayatına siyaseten ve hukuken son veren parti örnekleri bir yana, darbe sonrası hükümetin ve cumhurbaşkanının Millî Güvenlik Konseyi tarafından belirlendiği örneklerin varlığı bu tür uygulamaların örneği olduğunu gösteriyordu.

Danıştay Saldırısı

2002 Seçimleriyle siyaset arenasına en üst ligden başlayan Ak Parti, 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde ki başarısının, 2001 krizi sonrası mevcut partilere tepki gösteren seyyal seçmenlerin eğilimi sonucu olmadığını gösterdi. Konumunu biraz daha pekiştiren parti, 2004 yılında imam-hatip liselilerinin önündeki katsayı engelini kaldırmak için gayret etti ancak müzmin Ak Parti ve çevre değerlerine muhalif Necdet Sezer ve merkezi temsil eden TÜSİAD ve diğer odaklar bu girişime karşı tepki gösterdiler. Şubat 2006 yılında çıkarılan kararname Danıştay tarafından durdurulduğu zaman, cinin şişeden çıktığı zamana işaret edecekti. Başörtü davasının görüldüğü Danıştay 2. Mahkemesine 17 Mayıs tarihinde gerçekleştirilen silahlı saldırıda 1 hâkim ölmüş ve dört hâkim de yaralanmıştır. Bu süreçte askerle kol kola hareket eden ve neden hala darbe yapılmadığını bir türlü anlayamayanlar arasında yer alan Emin Çölaşan’ın eşi Tansu Çölaşan TV kameralarına, başörtü davasına bakan hâkimlere saldırıyı gerçekleştiren saldırganın saldırı anında “ben Allah’ın askeriyim, Allahuekber” sloganı attığını belirterek, Türkiye kamuoyunu sıcağı sıcağına tahrik etmiştir. Çok basit bir 31 Mart ve Menemen hatırlatması yapan bu olayın arkasında yatan sebebi anlamak sürecin darbe ya da muhtıraya doğru nasıl evrileceğinin de işaretidir. Başörtüsü davasına bakan mahkemenin saldırganı, tekbir getirerek yeni bir Kubilay vakasını hatırlatmıştır. Öyleyse tüm irticacılara karşı yapılması gereken yeni bir İstiklal Mahkemesi kurularak cezalarının verilmesidir. Daha sonra Atatürkçü Düşüne Derneği Başkanlığı yapacak olan Tansel Çölaşan’ın, dindar kitlelerin üzerine “radikal cihatçı saldırgan” damgasını yapıştıracak olan bu yalanı, saldırı anında odada bulunanlar tarafından yalanlanacak o zaman da bu sözleri saldırı anında orada bulunan polislerden duyduğunu söyleyecektir[2].

Danıştay tetikçisinin aynı zamanda 11 Mayıs 2006 tarihinde Cumhuriyet Gazetesine bombalı saldırıyı gerçekleştiren kişi olduğu ve darbeye doğru giden süreci başlatıp, saldırıyı Müslüman kitle üzerine havale etmeye çalıştığı ortaya çıkmıştır. Ergenekon yargılamaları başladığında Danıştay Davası bu dava ile birleştirilmiştir.

Emekli Paşalar ve silahsız kuvvetler

2007 Yılında cumhurbaşkanlığı seçim süreci yaklaştıkça siyaseti hareketlendirmek için her koldan faaliyetler son hızıyla devam etmektedir. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) öncülüğünde 27 Nisan’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ve sonrasında yapılan ve doğrudan seçim sürecini etkilemeye yönelik toplantıları organize eden, emekli Orgeneral Şener Eruygur’un başkanlığını yaptığı  ADD’dir. Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde “daha çok emekli askerlerin başını çektiği ‘ulusalcı’ örgütler ve örgütlenmelerin kamuoyunda gittikçe görünür hale geldikleri bir dönem yaşanıyordu. ‘Kuvayı Milliye’ adını taşıyan dört dernek vardı. Her parti, dernek ya da platformun arkasından tanıdık bazı isimler ve bir dönemin ünlü paşaları çıkıyordu, emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon, Emekli Tuğgeneral Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz, bir yıl sonra Türkiye’de bir darbe ortamı yaratmak için kurulduğu iddia edilen Ergenekon örgütüyle ilgili davanın önde gelen sanıkları arasında yer alacaklardır. Bir başka Kuavyı Milliye derneğinin basın sözcülüğünü Emekli Kurmay Albay Aziz Ergen üstlenmişti. Emekli Kurmay Albay Fikri Karadağ ise, başkanı olduğu dernekte silah ve Kuran üzerine yemin ettiriyordu[3]

Tehlikenin Farkında mısınız?

2007 Yılı, merkezi elinde tutan laikçi çevreler için son kalenin elden gideceği endişesinin tüm soğukluğuyla hissedildiği bir yıldır. Ak Parti’nin iktidarını muhalefetle paylaşmak istememesi(!) görünen o ki Sezer sonrası cumhurbaşkanını tek başına seçebileceği bir kompozisyonu ortaya çıkaracaktı. Cumhurbaşkanı Sezer’in ifadesiyle, “Rejim hiç bu kadar tehdit altında olmamıştı[4]”. Cumhurbaşkanı olma ihtimali görülen Ak Parti Genel Başkanı R. T. Erdoğan’ın sadece kendi nitelikleri değil eşinin başörtüsü de sorgulanıyordu. Eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanı laikçi çevrelerin uykularını kaçırmak için yeterliydi. Bu sadece Cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı işlenmiş bir cinayet değil cumhuriyet değerlerine karşı acımasız bir karşı devrimdi. Bu yüzden Cumhuriyet ilk kez bu denli bir tehditle karşı karşıyaydı. 28 Şubat’ın Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, öncelikli tehdidin PKK değil İrtica olduğunun altını çizerken tam da bunu söylemek istemişti. Ak Parti, belediyelerde yaptığı hizmetlerle, AB uyum raporlarıyla, halkın teveccühünü ve oyunu almış bir partiydi. Elbette ki cahil halkın kandırılması bu yollarla mümkündü ancak siyaset te “başıbozuk” siyasetçilere terk edilemeyecek kadar önemliydi. Demokrasi mi? Evet Cumhuriyet Halk Partisi gibi cumhuriyet değerlerine sahip bir partinin karşısında sözde bir ya da birkaç muhalefet partisi olabilirdi ama iktidar kesinlikle CHP’nin elinde olmalıydı, demokrasi bu cahil millet için henüz erken bir uygulamaydı, halkın biraz daha bilinçlenmesi, cumhuriyet devrimlerini içselleştirmesi gerekliydi. 1917’de Bolşevik Devrimi yapıldığında teoriye uygun olarak, iktidarın işçi sınıfına (proleterya’ya) verilmesi gerekiyordu ancak gelin görün ki yarı sanayileşmiş SSCB’de işçi sınıf zaten çok azdı ve onlar da sınıf bilincine henüz sahip değildi bu nedenle işçiler sınıf bilincini kazanana kadar iktidar Komunist Parti’ye devredildi. Komunist Parti iktidarı boyunca kendi uzman elitlerini üretti. 1991 Yılında Sovyetler yıkıldığında işçi sınıfının hala iktidarı eline alacak kadar bilinçlenmediği ortaya çıkmış oldu. Türkiye’de halkın demokratik bilince sahip olmadığını düşünmek çok da doğru değil, bu iddia iktidarı elinden bırakmak istemeyen iktidar seçkinlerinin pozisyonlarını terk etme konusundaki isteksizlikleriyle ve demokrasiyi ayak takımı (ya da cahil halkın) tercihleri üzerine oturtan bir düşünce ile açıklanabilir.

Halkın kendi tercihleriyle demokrasiyi ve laik düzeni sona erdirecek bir iktidarı işbaşına getirmesi, halkın tercihlerine güven konusunda bir tereddüdü ortaya çıkardığı için birçok farklı ses nihai düzenleyici olarak orduyu işbaşına (göreve) çağırıyordu. Bunlardan biri de özgür bilim yuvası olan üniversiteleri temsilen Yükseköğretim Kurulu’ydu (YÖK). YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in anayasa hukuku profesörü olmasına rağmen tıpkı meslektaşı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı ve diğerlerinin 1960 darbesi öncesi yaptığı gibi, cumhurbaşkanlığı sorunu Ak Parti aleyhine çözülmezse, sorunun çözümünü orduya havale eden açıklamalar yaptığı görülüyordu.

Merkezi temsil eden bürokratik kurumların merkezi temsil eden başat bir kurum olarak cumhurbaşkanlığı seçiminde etkili olamaması, son bir girişim olarak, 367 skandalı ile gündeme gelecektir. Durumdan vazife çıkaran ve nihai düzenleyici olarak sorunun kendisine havale edildiğinin farkında olan ordu tarafından, seçimin yapıldığı günün gecesi Genelkurmayın internet sitesinde siyasi tarihimizde ‘e-bildirge’ olarak geçen elektronik muhtıra yayınlanacaktır. Her ne kadar metin yazarı tarafından bu şekilde tanımlanmasa da bu muhtıra, muhatabının bildirideki ithamları üzerine alınmayıp, görmemezlikten gelmemiş ve verilen cevapla siyasi tarihimize demokrasinin çıtasını yükselten bir damga vurulmuştur.

______________________________________________________________

[1] https://www.mynet.com/27-nisan-e-muhtirasi-tam-metni-110102212559

[2] https://www.trthaber.com/haber/gundem/meger-bosuna-kaos-yasamisiz-163.html

[3] Cemal, Hasan (2010) Türkiye’nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, İstanbul, s. 157-158.

[4] https://www.milliyet.com.tr/siyaset/rejim-hic-bu-kadar-tehdit-altinda-olmadi-195844

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA