Adres :
Aşağı Öveçler Çetin Emeç Bul. 1330. Cad. No:12, 06460 Çankaya - Ankara Telefon : +90 312 473 80 41 - +90 530 926 41 13 Faks : +90 312 473 80 46 E-Posta : sde@sde.org.tr

Modernist Bir Yanılgı: Milliyetçilik ve Din İlişkisi

Tevfik ERDEM
23 Mayıs 2021 12:16
A-
A+

Din ve milliyetçiliğin birbirine eklemlenmesi tarih boyunca birçok örnekle karşımıza çıkar. Bu örnekler bir yandan Yahudi milliyetçiliğinde olduğu gibi seçilmişlik halesiyle öteki olana karşı şiddeti meşru hale getirirken diğer yandan din etnik kimlikle birlikte harmanlanarak sömürünün önünde bir direniş kalesi olarak da ortaya çıkabilir. Din ve milliyetçilik arasındaki bu paradoksal ilişki Fransız Devrimi’nde de görülür. Devrim, milliyetçiliği ön plana çıkarırken dini arka plana atmış diğer yandan da akla dayanan aydınlanmacı sivil dini ön plana çıkarmıştır. Devrim, Hristiyanlık dinini ortadan kaldırır ve yok sayarken onun yerine yeni bir din, milliyetçilik dini ve yeni bir tapınma nesnesi olarak Fransız milleti ve Fransa’yı, Fransız vatanını ve geleneksel otoritelerden özgürlüğü icat etmiştir. Milliyetçiliği Aydınlanma düşüncesinin (Kant’ın ‘özgür irade iyi iradedir’ düşüncesinin) bir sonucu olarak gören Kedourie, milliyetçi hareketleri aldıkları isimlerden (Genç İtalya, genç Mısır, genç Türkler, genç Arap Partisi) hareketle yaşlılığa karşı bir gösteri mahiyetinde tanımlar: Milliyetçilik “çocukların haçlılar seferi[1]” dir.

Din ve milliyetçilik arasındaki ilişki, etkileşim ve yer değiştirme her ikisinin de bireysel ve milli kimlikler üzerinde oynadığı rolden, sahip oldukları semboller ve sergiledikleri ritüellere kadar gider. Her ikisi de, Andersoncu anlamda hayali cemaatlerin varlığına ve o hayali cemaatler uğruna sergilenen özgeciliğe-hasbiliğe dayanır. Modern bireyler için dinler ve milliyetçilikler, geçmişte yaşanmış bir altın çağa dayanır. Her ikisi de kutsal toprakların kontrolü, savunulması ya da elde edilmesi için gayret eder ve bunu ulusal ya da dini bir hedef olarak gösterirler.

Kaynak: Anthony Smith (2015) Seçilmiş Halklar’dan esinlenilerek hazırlanmıştır

Emile Durkheim, Fransız Devrimi sonrasında toplumun, yeni tapınma nesnesi haline dönüştürülmesi ile birlikte, devrim sonrası milliyetçiliğin yeni dininin tanrısını da (aslında toplum, vatan, Akıl, Özgürlük, Fransa vb gibi tanrıların yanında birini de) ortaya çıkardığını belirtiyordu. Durkheim elbette ki bu yeni seküler dinin tanrılarından biri olan toplumu incelemesinin merkezine alacaktı çünkü Durkheim’ın meşhur eseri, ‘Dini Hayatın İlkel Biçimleri[2]’nde belirttiği gibi, “Bir tanrı, kendisine inanan için ne ise, bir toplum da üyeleri için o idi” (285). Durkheim için aslında, toplum ve tanrı birdi, aynı şeydi (s.284), toplum kendi çıkarımızı unutarak onun köleleri olmamızı istiyordu (285), tıpkı tanrı gibi.

Durkheim tıpkı T. Herzl gibi Dreyfus davasından etkilenen bir Yahudi’ydi ve Herzl nasıl bu davadan sonra (siyasi) siyonizme dönüş yapmışsa, Durkheim’da bu davada Yahudi olduğu için ajanlıkla suçlanan dindaşının suçlanmasına neden olan olguyu (yani dini) ve onun kökenlerini ele almakta, bunu yaparak aslında tüm dinlerin kökenlerinin bir ve aynı şey olduğunu göstermek istemektedir. Dinin, kutsal ve kutsal olmayanı birbirinden ayırmaya yarayan ve aslında toplumun kendine kendine tapınmasını sağlayan bir olgu olduğunu gösterme gayretiydi yapmak istediği. Bunun bir örneği de vardı zaten Fransız Devrimi: “Hiçbir yerde, toplumun kendisini tanrılaştırması ya da tanrılar yaratması yeteneği, Fransız devriminin ilk yıllarında olduğundan daha açık olmamıştır. Gerçekten de, bu zamanda, genel heyecan ve galeyanın etkisi altında, doğaları gereği saf laik, dini olmayan şeyler, kamuoyu tarafından kutsal şeylere dönüştürüldü: Vatan, Özgürlük, Akıl. Bir din, kendiliğinden kurulma eğiliminde oldu. Onun dogmaları, sembolleri, mihrapları ve bayramları vardı[3].”

Devrim sonrası dinin önemini kaybetmesi ya da dinin kamusal görünürlüğünün ortadan kaldırılarak yeni, sivil ve akla dayanan insanlık dininin icat edilerek toplumun kendi kendine tapınması Fransa’ya özgü değildir. Ümmet eksenli toplumdan ulus eksenli bir topluma geçişi ifade eden Türk devriminin de 1926 sonrası aldığı renk giderek Fransız Devrimi’yle örtüşecektir. Devrim sonrası Fransa’sında 'Akla' tapınma ayinlerinin yapıldığı Nötre Dame Katedralinin yerini genç Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk Ocakları alır. Ülkenin bağımsızlığının sağlanmasında dinamo unsurlardan biri olan ocak, adeta Türk devriminin yeni mabedidir. Hamdullah Suphi’ye göre, Türk Ocakları “Türk vatanında yeni imanı, yeni medeniyeti, hayat aşkını, zevki, refahı, umran ve intizamı, Medresenin mezhep ihtilaflarile parçaladığı bütün Türkler arasında kardeşliği, birliği vaz ve telkin eden mabetlerdir[4].” Feyz alınan bu mabetlerde toplum (yeni ulus) artık kendi kendine tapınmaktadır. Türk Yurdu Dergisindeki A. Hamid’in şiiri, “Bir kıble tanıyorum: O sensin Anadolu/ Gönlüm, gözüm yüreğim büyük aşkınla dolu…/Ne beyin, ne paşanın, ne hakanın kuluyum:/Kendine secde eden milletin oğluyum[5]” Durkheim’dan E. Gellner’e kadar bu alanda kalem oynatan herkes için başyapıt niteliğinde bir şiir olarak ortaya çıkar. Tüm bu sekülerleşen dil ve pratiğine rağmen Türk Ocakları kapatılmaktan kurtulamaz, bunda üyelerin bir kısmının CHP’ye (yapay-sun’i) muhalif olarak kurdurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasına (SCF) teveccühün olduğunu bir kenara bıraksak bile, Kemal Karpat’a göre[6] aslında yeni rejimin yapmak istediği, Türk Ocakları’nın yerine, milliyetçiliğin onların yeni dini olduğunu ikna edecek Halkevlerini kurmaktır. Türk Ocakları, Türkiye’de komünist hareketlerin giderek daha fazla genci kendine çekmesinden duyulan rahatsızlıktan hareketle, rasyonel ve pozitivist milliyetçiliğin komünizmle mücadelede etkili olmadığı göz önünde bundurularak eski başkanının bastırması ile 1949’da tekrar açılır.

Tekrar Fransız Devrimi sonrası dinin pozisyonuna döndüğümüzde, devrim sonrası dinin anlam ve işlevselliğinin dönüşümü, modernitenin Aydınlanmacı kökeni üzerinden okunduğunda, gelecekte geleneksel toplumların bir parçası olan dinin tamamen yok olacağına dair bir varsayımla karşılaşılır. Oysa bu modernist varsayımı yanlışlayan örneklerle dolu milliyetçilikler serüveni olduğu gibi her ikisinin de birbirini besleyen olduğunu dile getiren ve bunu da örnekleyen birçok izah vardır. Burlardan biri de, Tanrı tarafından seçilmiş bir halk olduğu iddiası üzerine kurulu Yahudi milliyetçiliği ve onun çok özel bir akımı olan Siyonizm’dir ki, sonuncusunu Fransız Devrimi’nin sonuçlarından ayrı okumak mümkün değildir. Her ne kadar Yahudi milliyetçiliği üç bin yıllık tarihin bir sentezi[7] olarak özcü (primordialist) bakış açısı ile okunsa da onun gelişiminin paradoksal biçimde Fransız Devrimi ile olan ilişkisi göz ardı edilmez. Çünkü devrim, Yahudiliğe değil Yahudilere Fransız milletinin ve devletinin bir parçası olma hakkı tanımaktadır. Böyle bir durumda da Avrupa’daki Yahudilerin içinde yaşadıkları topluma uyum sağlayacağını, sağlaması gerektiğini varsayan bakış açısı ile bu tür bir çabanın boşa harcanan bir çaba olduğunu ve Yahudilerin kendi vatanlarını kurmaları gerektiğini belirten bakış açısı arasında bir çatışma meydana gelecektir. Ayrıca modernitenin düşünsel kökü olan Aydınlanma, aklın özgürleşmesinin önünde sadece Hristiyanlığı değil tüm dinleri engel olarak görüyordu ki Yahudilik bu açıdan modernitenin insanı zincirleyen geleneksel otorite olarak tanımladığı bir olgu olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Fransız Devrimi “bütün kurulu dinleri ortadan kaldırıp, yerine Akıl dinini ikame ettiğinde, Yahudiler dini eziyete maruz kalma ya da tam anlamıyla kimliklerini yitirme ile karşı karşıya kaldılar[8].” Ancak içinde yaşadıkları toplumla bütünleşme (Asimilasyon) taraftarlarının tersine Yahudi ulusu düşüncesini inşa etmeye çalışan Siyonistler bu kimlik yitimine karşı mücadele vererek unutulan dillerini ve kimliklerini, seçilmiş bir topluluk olarak kendilerine vaad edildiğini iddia ettikleri kutsal topraklarda hayat geçirmek iddiasıyla Theodor Herzl’in yolunu çizdiği Kutsal Devlet’lerini kurmaya çalışacaklardır.

 

 

 

[1] Kedourie, Kedourie, Elie (1971), Avrupa’da Milliyetçilik, (çev. M. H. Timurtaş), Milli Eğitim Basımevi, Ankara, s.92

[2] Durkheim, Emile (2011), Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (çev. Fuat Aydın), Eskiyeni yayınları, Ankara.

[3] Durkheim 2011:294.

[4] Atalay, Onur (2018), Türk’e Tapmak, 3. Baskı, İletişim yayınları, İstanbul, s.183

[5] Atalay 2018:184

[6] Karpat’tan aktaran Atalay 2018:190

[7] Salo Wittmayer Baron (2007), Modern Milliyetçilik ve Din, Açılım Kitap, İstanbul, s. 255.

[8] Baron 2007:261