27 Mayıs 1960 öncesi cuntalarında yer alan subayların günlükleri dönemin ruhunu anlamak için özel bir öneme sahiptir. Bu günlükler, darbecileri darbeye yönelten sebeplerin neler olduğunu anlamak için çok önemli bir vesika niteliğindedir. Çünkü bu günlüklerde darbecileri darbeye yönelten motivasyon ilkelerinin neler olduğu sıralanmaktadır. Günlükler üzerinden dönemin toplumsal yapısı, kültürel değerlerini anlamak mümkün olduğu gibi, Türkiye’nin yaşadığı değişim sürecini de bu günlükler üzerinden okumak mümkündür.
27 Mayıs darbesi Cumhuriyet Türkiye’sinin yaşadığı ilk ve kendisinden sonra gelenlerin yolunu açan bir darbe olduğu için, onun üzerinde durulup analiz edilmesi sadece geçmişin değil darbe sonrası geleceğin anlaşılabilmesi için de önemlidir.
Dündar Seyhan’ın Gölgedeki Adam[1] adlı eseri 27 Mayıs darbesi üzerinde yazı yazanların ana referans kaynaklarından biridir, bunun sebebi, Seyhan’ın kendisini 27 Mayıs darbesini ilk kez planlayan kişi olarak tanıtmasındandır. Seyhan darbeyi ilk planlayan kişi olmasına rağmen hiçbir zaman ön plana çıkan-çıkarılan biri olmamıştır. Dündar bu yüzden olacak ki eserine “Gölgedeki Adam” ismini vermiştir.
Dündar kendini neden gölgede kalan olarak tanımlıyor, sorusuna cevap vermek için öncelikle kendisine nasıl bir misyon yüklediğini anlamak gerekiyor. Dündar, kendisini 27 Mayıs darbesinin (elbette ki kendisi bunu bir ihtilal olarak tanımlar) fikir babası olarak tanımlar. Yani darbenin yapılmasının fikir ve eylem babası kendisidir. Buna da darbeden altı yıl önce 1954 yılında uçaksavar okulunda arkadaşı Kabibay ile askeri gazinoda sucuklu yumurta yerken karar verirler.
“1954 Sonbaharının bir pazar gecesinde, Uçaksavar Okulunun nöbetçi âmiri idim. …(Kabibay ile), Sohbet eder, dertleşir, geç vakitlere kadar otururduk. O akşam gazinoda beraberce sucuklu yumurta yerken, bir taraftan da her zamanki gibi, memleketin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulma çarelerini tartışıyorduk. Yalnız o akşam değil, ondan evvelki münakaşalarımızda da her zaman aynı sonuca vardığımızı açıkça hissediyorduk. Evet, ikimiz de artık ihtilâlden başka bir çare göremiyorduk. Fakat böyle bir hal tarzına gitmenin Türkiye’yi tasavvurlarımızın dışındaki bâdirelere sürüklemesi ihtimali kafamızı, devamlı olarak kurcalıyordu. İhtilâl, artık Türkiye’nin halâsına tek çare görünüyordu (s.42-43).
O gece sucuklu yumurta faslı bir darbe plan ile sonlanacaktır. İki samimi arkadaş bir ihtilal yani bir aksiyon peşindedir kendi ahitleşmeleri aralarından birinin lider seçilmemesiyle ama ana hedefe doğru ilerleme düşüncesi ile sonuçlanır: “Türkiye ancak aksiyon ile kurtulur. Bunun için gizli bir cemiyet lâzımdır. Ve bir gizli cemiyet en az iki kişiden kurulur, neden seninle bu cemiyeti teşkil eden iki kişi olmuyoruz? Kabibay ayağa kalktı... Elimi tuttu, birbirimize sarılarak öpüştük. Kurulmuş bir cemiyet, velevki iki kişiden terekküp etsin, bir başı olması lâzımdı. Kabibay’a: — Kurulan bu cemiyetin başkanı sen olmalısın. Dedim. Düşündü ve: — Hayır, sen olacaksın, dedi (s. 44).
Ancak Seyhan’a göre, ikisi de birbirlerine güvendikleri için lider olmazlar. Sonradan en basit askeri ilkeyi ihmal etmenin sıkıntılarını yaşayacaklarından söz eder ve bunun en büyük hataları olduğunu belirtir Seyhan.
Darbe yapma fikrinin kendisine ait olduğunu belirten Dündar Seyhan, olayları, kişilerin rolünü ve aktörleri ortaya koyup, analiz ederken ve değerlendirirken tam bir tarafsızlık ve objektivite içinde kalmaya çalıştığını (s. 6) belirtir. Her ne kadar objektif olduğunu iddia etse de nihayetinde kendi inanç perspektifinden baktığı için iddia ettiği objektifliğin tartışmaya açık olduğu da açıktır. Kaldı ki kendini 1960 darbesinin ana aktörü olarak gördüğü kitabın başlığından da bellidir. Kendisinin önemli ancak gölgede kalan bir aktör olduğunu ima eder.
Görüldüğü gibi Seyhan’a göre, darbeye doğru giden süreçte ilk komite 1954’de, ikinci komite 1956 yılında Seyhan öncülüğünde kurulur. İki farklı komite 1957 yılında Seyhan’ın inisiyatifi ile birleşir. Başkanlığa, yine Faruk Güventürk, genel sekreterliğe ise, Seyhan getirilir (s.60).
Dündar Seyhan, 27 Mayıs darbesinin yapılma sebeplerini şu şekilde sıralar:
-Darbenin ana gerekçesi, aslında sürdürülebilir bir gerekçe olarak irticanın iktidarın propaganda aracı olarak önplana çıkmasıdır. İrticayı kışkırtanlar ülkenin ana sorunu olan ekonomik sorunlarına odaklanmazlar bu da siyasi kirliliğin göstergesidir: “İrticaın — iktidarın propaganda unsuru olarak — ortalıkta kol gezmesini kışkırtanlar, bir memleketin çözüm yolu bekleyen sorunlarına çare aramayı akıllarından dahi geçiremiyecek bir acz, yetersizlik ve hıyanet içerisindedirler (s. 203).
-Darbenin bir başka gerekçesi, Türkiye’nin yarı feodal bir hayat yaşamasıdır. Darbeciler bu yarı-feodal sistemin kökünü kazımak için darbe yapacaklardır.
-Siyasi keşmekeş ve bu keşmekeşe kılavuzluk eden siyasetçilerin kılavuzluğunu sona erdirmek için darbe yapılacaktır. “… 1954 den beri memleketi ihtilâle götürmeye çalışmış ve bunda vatanın sayısız menfaatlarını görmüş ve hesaplamış bir adamım. Bir memleket ihtilâle götürülürken, muharrik kuvvet, bu ihtilâli hazırlayanların heves, iktidar ve sergüzeşt arzularından alınmış ise, gelecek ihtilâl felâketten başka bir şey getirmez. Ama ihtilâlciye, memleketteki ihtilâl evvelsi ortam, ihtilâli hazırlamak ve yapmak için gerekli fikirleri empoze etmiş bulunursa, o ihtilâli tahakkuk ettirmeye çalışmak bir memleket vazifesi olur ve önünde sonunda hedefine ulaşacak demektir. Belki gecikir, fakat fikirler artık toplumun malı olur, dal budak salmasına kimse mâni olamaz” (s. 22).
-İktisadi düzensizlik içindeki Türkiye’yi kendi kendine yeter hale yani iktisadi özgürlüğü yaşar hale getirmek için yeni bir yönetime (darbeye) ihtiyaç vardır.
-Mevcut kadrolarla Türkiye’nin yukarda sayılan sorunları çözülemez. Sorunları çözmek için, Atatürk ruhlu bir yönetime ihtiyaç vardır.
-Atatürk dönemine dair hükümetin kötü algı yaratması: “Adnan Menderes idaresinin, “devri sabık yaratmama,, prensibine rağmen, sekiz aylık icraatın mihverini sabık iktidarın mütemadi tenkidi ve millet gözünde kötülenmesi teşkil ediyordu. Bu kötüleme propagandasında, Atatürk devrinin aradan çıkarılmasına lüzum dahi duyulmamakta idi. Atatürk’ün 15 senesi, rejim bakımından mütaalâa edildiği zaman, dikta sisteminden demokratik idare tarzına geçiş için, bütün unsurlariyle kurulmuş ve çok iyi plânlanmış bir transisyon devriydi. Bunun böyle olduğunu, bugün, ilim otoriteleri aynen kabul etmiş bulunmaktadır” (s. 39).
-Atatürk inkılaplarına rağmen Ortaçağ karanlığındaki Türkiye’yi aydınlığa kavuşturmak, musır medeniyet seviyesine ulaştırmak gereklidir Siyasetçiler Atatürk’ün ölümünden sonra bu medeniyet yarışında hiçbir mesafe katedememişlerdir. Darbeciler ise, Batı modernitesinden ilham alarak Türkiye’yi aydınlığa götürecek olan aydınlık kafalı Atatürkçü bir ekiple sorunların çözüleceğine inanmaktadır. Ancak Batılı gibi modern olmak yabancı siyasi ya da iktisadi fikirlerle ülkeyi kargaşa içine sokmak değildir.
“Türkiye’ye, Atatürk’ün projektör kafasının ışığını almış, Türkiye’yi tanıyan ve Batı görgülü yepyeni bir ekip lâzımdır. Türkiye, modern kafalı, Atatürk ruhlu, hamleci, dürüst ve fedakâr bir idare edenler kadrosuna muhtaçtı. Biz bunu getirecektik. Böyle bir ekip getirilebildiği takdirde Türkiye’nin hangi derdine çare bulunmazdı ki? 27 Mayıs ihtilâlinin yapılmasına sebep teşkil eden ana hareket noktaları bunlardı. Bunlar fikir değilse, Türkiye’ye fikir diye siyasî, İktisadî ve sosyal kargaşalık getirmelerinde çokça çıkarı olanların, ilme bürünmüş yaldızlı doktrin pankartları bizim gibilere taharet bezi bile olamazdı... (s. 45).
Darbeye doğru giden süreçte iktidarın askeri cuntalardan habersizliği Seyhan tarafından iktidar sarhoşluğu ile açıklanır. Çünkü ordunun DP iktidarına karşı husumeti alenidir. Bu durum adeta serkeş yeniçerinin kazan kaldıracağına dair işaretlerinin modern versiyonu olarak çeşitli şekillerde ortaya çıkar. “iktidara karşı o günlerde ordu genç kademelerindeki nefret o derece hat bir safhaya gelmişti ki, kimse bir teşkilâtın lüzumuna filan ehemmiyet vermemekteydi. Bu arada Polatlı’da bulunan Kur. Yb. Baha Vefa Karatay (Şimdi Bağdat Büyükelçisi) arkasına bir hayli tabancalı subay katarak Ankara’ya gelmiş Orduevinin alt salonuna postu sermişti. Havada kısmî bir aleniyet vardı. Pervasız bekleyiş hemen hemen açıkça göze çarpıyordu. Orduevine girip bu havayı hissetmemek için ya etrafla çok alâkasız olmak lâzımdı, veya olup bitenlere içinden baktığımız için durum bize öyle görünüyordu. Fakat her haliyle gözleri iktidarın hırsı ile perdelenmiş olanlar yalnız basiretlerini değil, gözlerinin önünde gelişen olayları dahi görüp kıymetlendirecek niteliği çoktan kaybetmişlerdi” (s.64). Bir yandan bu tür örnekler diğer yandan 9 Subay olayı gibi vakalar, aslında darbenin yükselen ayak sesleridir ancak halkın teveccühünü aldığına ve askerin darbe yapacağına inanmayan DP yetkililerinin harekete geçememesine, tedbir almamasına neden olur.
Cemal Gürsel: Darbeyi kim yaptı çocuklar?
Seyhan’a göre Cemal Gürsel askerlerin sevdiği saydığı biridir ancak Seyhan ve Kabibay’ın en temel askeri kuralı ihlal etmelerinden dolayı darbe başsız kalmış ve Gürsel (darbeciler ismi gizli kalsın diye kod adını Faik Bey koyarlar), darbenin başına adeta paraşütle geçmiştir. Gürsel ile ilk teması önce Almanya gezisinde ona refakat ederken Sadi Koçaş sağlar sonrasında ise Türkeş ve Suphi Karaman iletişimi devam ettirir. Darbe öncesi emekliye ayrılan Gürsel cuntacı ekipte bir hayal kırıklığı uyandırır. Gürsel kendisinin zorla emekli edildiğini belirtir daha sonra ancak Seyhan’ın anılarında belirttiğine göre cuntacı ekibin diretmesine rağmen emekli olup İzmir’e gitmiştir.
Cemal Gürsel, Silahlı Kuvvetlerin çok sevdiği ve saydığı ve erkekçe tavırları yüzünden kendisine “Ağa„ takma ismini verdiği bir generaldi. İhtilal evvelsinde, ihtilâl hazırlığından haberdar edilmişti ama kimlerin ne şekilde çalışmakta olduğunu ve ihtilâl teşkilâtının nereye kadar uzanıp neyi kontrol etmekte bulunduğunu pek bilmezdi. Ayrıca, ihtilâle takaddüm eden günlerde kendisiyle temasta bulunan ihtilâlcilerin karşı koymalarına aldırmıyarak izin almakta direnmiş, iş başında kalarak teşkilâta sahip olacağı yerde selâmeti İzmir’e gitmekte aramıştı. Ayrılmasiyle ihtilâl hazırlıyanları müşkül duruma düşürmüştü, ihtilâl bir süre gecikmişti. Bunlara rağmen, 27 Mayıs sabahı, kendisi büyük kumandan olarak aranmış getirilerek ihtilâl hareketinin lideri ilân edilmişti. Osmanlı tarihinde Tanzimattan evvelki padişahlara dahi verilmemiş sonsuz yetkilerle devletin başına geçirilmişti. Silâhlı Kuvvetler Başkumandanı, MBK Başkanı, Başbakan ve Devlet başkanı idi” (s. 87).
Darbe sonrası Gürsel gelir ama darbeyi kimlerin yaptığını tam olarak bilemez. Seyhan her ne kadar darbe yapıldığı zaman Amerika’da görevli olarak bulunsa da yakın arkadaşlarının kendisine aktardıklarından hareketle sanki duruma şahitmiş gibi darbe sonrası MBK’nın oluşma sürecini ve mevcut atmosferi şöyle aktarır: “Gerçekte, Cemal Gürsel de manzaradan şoke olmuştur. Neye uğradığından ve devlet kuşunun böyle bir anda, bu kadar kolaylıkla başına konmasından kısmı şaşkınlık içerisindedir. Fakat ne olursa olsun, ihtilâlciler, evvelâ, kendi şahsî yetki ve emniyetlerinin bir esasa, hukukî bir statüye bağlanmasını ön görmektedirler. O halde, uzun müzakerelerle geçirilecek zaman yoktur. Komite bir an evvel teşekkül etmelidir” (s. 82).
Gürsel cuntacı ekibin tamamı hakkında bilgi sahibi olmayıp ekibe sonradan dahil edildiği için darbeci aktörlere karşı malumatsızdır. Seyhan, darbe sonrası hükümet yanlısı ya da karşıtı farketmeksizin tüm subayların, hatta darbe sonrası tutuklanması gerektiğini belirttiği subayların, darbenin nimetlerinden faydalanmak için ortaya çıktıklarını belirtir. Bu yüzden de oluşturulacak MBK için piyangodan darbecilerin çıkma olasılığı söz konusudur. Kendisi darbe zamanı yurtdışında olduğu için komiteye alınmaz ancak örneğin, Kurmay Albay Faruk Ateşdağlı gibi darbe sürecinde ön planda yer alan isimlerin MBK’ya seçilmeme nedenini bu zamana kadar kimsenin izah edemediğini belirtir.
“İstanbul’dan İzmir’e, Cemal Gürsel’i almak üzere bir uçak gönderilmiştir. Muzaffer Özdağ, İzmir’den Gürsel’i alarak Ankara’ya götürür. Gelir gelmez de etrafını, ihtilâlin tevkif ederek içeri atmadığı generallerle çevrili bulur. Çevresinde, dolaşan ve ortalıktaki kargaşalığa bir yön, vermeye çalışan gerçek ihtilâlciler de vardır ama Gürsel bunların kim olduklarını bilemez, çünkü tanımaz. Nihayet emir verir: Türkeş Başbakanlık Müsteşarlığına, Baykal Kalemi Mahsus Müdürlüğüne gidecektir. Diğerlerine de döner; “Siz kısımlarınıza, vazifelerinizin başına dönün. Lâzım olursanız ben sizi çağırırım,, der. Bu emir karşısında ilk ayrılan Sezai O’kan olur. Arkasına ihtilâlci grubu takar ve Başbakanlığın yolunu tutar. Gürsel’e; ihtilâli kendilerinin yaptıklarını ve neticeyi almadan yetkiyi de hiç kimseye bırakmıya niyetleri olmadığını açıkça beyan etmiştir. Gürsel, işittiklerinden şaşkın ve mütereddit olarak ihtilâlcilerin o andaki iradesine tâbi olmayı, her halde maslahata daha uygun mütalâa eder” (s.81).
Bu bölümün girişinde Seyhan’ın Kabibay ile en temel askeri kuralı ihlal etmelerinin darbenin lidersiz kalmasıyla (Seyhan’a göre) sonuçlandığı belirtilmişti. Bu durumu açmak gerekirse, Seyhan, 27 Mayıs darbesinin neden lidersiz kalıp Gürsel’e muhtaç olduğu ya da 38 kişilik MBK’nin ortaya çıktığını kendi kural ihlalleriyle açıklar. Eğer 1954 yılındaki sucuklu yumurta yerken ilk cunta oluşumunda liderliği birisi üstlenmiş olsaydı bu sorunların hiç biri yaşanmış olmayacaktı ona göre. “O gece, ben veya Kabibay liderliği kabul edecek ve birimiz diğerine “biat” edecektik, geriden gelecekler de, liderin şahsına teslimiyeti, ihtilâlin gayesine hizmet olarak kabullenecek ve ilk adımda normal bir teşkilât haline gelecektik. İki kişinin birbirine tam inancından doğan bu gaflet, 27 Mayıs ihtilâlinin lidersiz kalmasına sebep olmuştu. Bunda ikimizin de günahı büyüktür. ihtilâlin hazırlık devresinde yaptığımız bu hatanın tamiri için çok gayret etmişizdir. Fakat daha başlangıçta atılan bu yanlış adımın, hiçbir zaman düzeltilememesi, artık mukadder olmuştu. Çünkü bizden sonra içimize aldığımız hiçbir arkadaş, bize karşı liderlik iddiasında bulunmayı aklından dahi geçirememiştir” (s. 44).
Tarih DP ve darbecileri nasıl anacak?
Seyhan’ın eserinde DP hükümetine karşı büyük bir önyargının olduğu açıktır. DP hükümeti 1950 seçimleri sonrasında beklentileri karşılayamayan, birçok olumsuz ve kötü nitelikle anılan bir hükümet olarak sunulmaktadır. Her ne kadar İsmet Paşa dönemine yönelik eleştiriler olsa da Bayar ve İsmet Paşa mukayesesinde askeri kimliği ile ön plana çıkan İsmet Paşa daha çok sevilen ve itibarlı olandır. “Biz, Ordu gençleri olarak Celâl Bayar’ı, İsmet Paşa’ya halef oldu diye, pek sevmezdik. Esasta kendisini ne yakından tanıyorduk ne de devlet adamlığı hakkında bir fikrimiz vardı. Sevmezdik, işte o kadar... “ (s. 21).
Dündar Seyhan’ın öngörü ve analizlerinin kitabın başında bahsettiği objektiflikle çok da örtüşmediği belirtilmişti. Darbe dönemlerinde darbe sözcülerinin mevcut hükümetler hakkında yaptıkları açıklamalar ve kendi icraatlarını nitelemek için kullandıkları “bin yıl sürecek” gibi iddiaların aslında daha önceki darbeciler tarafından da farklı şekillerde dile getirildiği görülecektir. Bugün alanda çalışan akademisyen ya da araştırmacı tarafından çok fazla bilinmeyen ve bu yüzden gölgede kalan bir kişi olarak ilk cuntacı Dündar Seyhan’ı kimse tanımazken, darbe yatıkları hükümet ve asılan DP lideri ve bakanları Türkiye tarihinde özel bir öneme sahip olarak her yıl anılmakta ve “demokrasi şehidi” olarak adlandırılmaktadırlar. Bu nedenle Seyhan’ın sadece kendisinin değil öngörülerinin de gölgede kaldığını belirtmek doğrudur: “ … şahsî kanaatime göre, 1950-60 iktidarının ileri gelenleri için tarih, hain değil dese dahi, hiçbir zaman beceriksiz ve devlet adamlığı niteliğinden mahrum olduklarını inkâr etmiyecektir” (s. 54).
[1] Seyhan, Dündar (1966), Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, İstanbul.