Tevfik ERDEM
Tüm YazılarıTarih boyunca belli kurumlar ön plana çıkarken söz konusu kurumlar da o toplumdaki en becerikli ve en seçkin üyeleri kendisine çekmiştir. Bu kurumlar ve aktörlerin örnekleri olarak Ortaçağlar boyunca merkezde yer alan din kurumu ekonomik ve uhrevi iktidarı kendisinde toplayan ruhban sınıfını, yeniçağ ile birlikte ticaret macera ve servet peşindeki tüccarı ve peşi sıra sanayi toplumunda endüstri, girişimciler ve sanayicileri ön plana çıkarmıştır. Bu seçimin bir örneği olarak Japon toplumunu dönüştüren Meiji’nin 1868’de başlayan reformlarıyla birlikte, toplumun en seçkin sınıfının artık samuraylardan değil girişimci-tüccarlardan oluştuğu görülür.
Ordu, toplumsal dönüşümlerin başladığı kurum olduğu gibi bu dönüşümleri başlatan kurum da olabilir. Devlet-i Aliyye’de de durum bundan farklı değildir. Askeri yenilgilerin artmasıyla birlikte yenilikler ilk kez orduda-askeri alanda başlatıldığı için yenilikleri başlatan ve daha sonra da bunlara öncülük yapan kurum ordu olmuştur. Ordunun (askerin) Osmanlıda özel bir anlamı vardır bu yüzden raiyyenin[1] askeri zümre içine girmesi istenmez, girdiği andan itibaren de bozulmanın başladığı, örneğin Koçi Bey Risalesi’nde (17. Yüzyılın ilk yarısında), belirtilir.
Devlet-i Aliyye’de modernleşme çabaları orduda başladığı andan itibaren yeniliğin öncüleri de askerler olur. Bu öncülük kendisini hem I. ve II. Meşrutiyet hem de cumhuriyetin kuruluş yıllarında gösterir. I. Meşrutiyet sonrası yenilikçi düşünceler askeri ve diğer okullarda kendini gösterirken, II. Meşrutiyet, doğrudan askerin siyasetin içine dâhil olduğu ve bugün siyasi kültürümüzde askerin mevcut iktidarın değişmesi yönünde güç gösterisinde bulunma durumunu ifade eden “Halâskâr-ı Zâbitân[2]” (Kurtarıcı Subaylar) örgütlenmesi ve deyimini katmasına sahne olmuştur. Devlet elden gidiyor! düşüncesiyle devletin birliği ve bütünlüğü için müdahale edilmesi gerektiğine inanan subaylar, 1912 tarihinde yapılan ve siyasi tarihimizde “sopalı seçimler” olarak adlandırılan seçimin yenilenmesi gerektiğine inanan ve İttihat ve Terakki Cemiyetinin desteklediği hükümetin istifa etmesi gerektiğini 25 Temmuz 1912 tarihinde açıkladıkları bir beyannâme (bildiri) ile belirterek yeniden ve özgür bir seçim yapılması gerektiğini belirtirler. Halâskâr-ı Zâbitân grubunun hükümete yönelik yaptığı beyannâme aslında 12 Mart 1971 Muhtırasından usul olarak çok da farklı değildir: Her ikisinde de halihazırdaki kabine-hükümet istifa eder.
Cumhuriyete doğru giden sürecin başlangıcında subaylık ve siyasetin iç içe olduğu görülür. Örneğin Kurtuluş Savaşı süresince, “Atatürk, muvazzaf subayların siyasetin dışında kalmaları gerektiği düşünesini desteklemiş olmasına karşın, bu ilke Kurutuluş Savaşı sırasında uygulanmadı.[3]" Mecliste 1924 öncesi, içlerinde Atatürk, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele’nin de olduğu en az 14 muvazzaf ordu komutanı olduğundan bahseder William Hale, subay ve siyasetçinin iç içe olduğunun altını çizer. Bunun arkasında yatan ana sebep açıktır. İki faaliyet de (subay-siyasetçi) dönemin elit zümresini kendisine çeken faaliyet türüdür. Lozan sonrası Ekim 1923’te Kazım Karabekir’in I. ve Ali Fuat Cebesoy’un II. Ordu Müfettişliğine atanmasını onları Ankara’dan uzak tutmanın yolu olarak yorumlayan Hale[4], bu sayede hükümetin ordu üzerindeki denetimi yeniden sağladığını ve Atatürk’ün en önemli rakiplerini siyasi sahnenin merkezinden uzaklaştırması olarak yorumlar.
Cumhuriyeti kuran kadronun asker kökenli olması, asker-ordu ve siyaset arasındaki ilişkinin belirsizliğini ortaya koyar. Aynı zamanda siyasetin doğasında yer alan iktidar mücadelesine de sahne olur. Örneğin bazı milletvekillerinin asker ve mebusluğu aynı anda sürdürmelerinin sona erdirilmesi ve sadece birinde karar kılınması yönünde yeni bir kanunun (19 Aralık 1923 tarihinde) çıkarılmasının arkasında, Birinci Büyük Millet Meclisinde yer alan Mustafa Kemal Paşa’nın öncülük ettiği Birinci Gruba muhalefet edenlerin tasfiyesine benzer bir muhalif subaylar tasfiyesi söz konusudur. Atatürk’ün Nutuk adlı eserinde bu durum “Akim bıraktırılan büyük bir komplo[5]” olarak anlatılır.
Kazım Karabekir’in Birinci Ordu Müfettişliğinden istifa etmesi (26 Ekim 1924), 30 Ekimde Konya’dan gelen II. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa’nın davet edilmesine rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya’daki akşam yemeği davetine gelmemesi ve devam eden bazı gelişmeler Mustafa Kemal Paşa’nın bir komplo ile karşı karşıya kaldığını düşünmesine neden olur. Onun bu şekilde düşünmesine neden olan olaylar şu şekilde devam eder; mebusluktan istifa eden Refet Paşa’nın istifa dilekçesinin Rauf Bey tarafından geri aldırılması, 1.5 aylık şehir dışı seyahati sonrası Ankara’ya dönüşünde Rauf ve Adnan (Adıvar) Beylerin kendisini karşılamaya gelmemesi… bunlar tereddütsüz bir komplo olarak yorumlanır. Atatürk Nutuk’ta[6] bu komployu bir sene öncesine (1923) dayanan bir geçmişe dayandırır. Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması gibi icraatlar bu kumandanların ortak hareket etmesine neden olmuş ve “Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve saire arasında bir tertip düşünülmüştür. Bunda muvafık olabilmek için orduyu ele almak lüzumlu görülmüştür.[7]” Atatürk’ün Paşalar Komplosu olarak gördüğü bu gelişmelere karşı izlediği yöntem, Nutuk’ta[8] “komploya karşı sureti hareketimiz” başlığı altında işlenir: “Derhal telefonla, mebus bulunan, Erkanı harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretlerinden, mebusluktan istifa ettiğini, Meclis Riyasetine bildirmesini rica ettim… Paşa, ricamı derakap is’af etti.” Mustafa Kemal Paşa’nın Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve diğer mebus paşaların istifasını istemesinin arkasında komplocu olduğunu düşündüğü paşaların ordu ile ilişkilerini kesmelerini sağlama düşüncesi vardır ve istediği sonuca da ulaşır.
Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi milli mücadelenin önde gelen komutanlarının yer aldığı askeri tasfiye ordu içinde Mustafa Kemal Paşa’nın giderek daha fazla güçlü olmasını sağlayacaktır. “Paşalar Olayı’ndan sonra, orduda Mustafa Kemal Paşa’ya başkaldırabilecek hiçbir önemli komutan kalmamıştı: Refet, Halit vb paşalar zaten meclisteydi; Karabekir, Ali Fuat ve Cafer Tayyar paşalar şimdi siyasete atılmışlardı; Ali İhsan Sâbis Paşa daha 1922’de ordudan çıkarılmış, Meclise de girememişti… Cumhurbaşkanı, ikinci müşirin (Fevzi Çakmak) sadakatine güvenerek, orduyu onun uyruğu altında, tamamıyla kendisine bağlı komutanlara teslim etmeye karar vermişti.[9]”
Askerlikten istifa eden subayların 17 Kasım 1924 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasına muhalefet edecek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurmaları, Osmanlı sonrası kurulan yeni devlette askeri elitler arasındaki mücadelenin siyasi zemin üzerinde yürütülmesinden başka bir görünüm taşımamaktadır. Askeri elitin siyasi zemin üzerinde iki farklı siyasi partinin (CHF ve TCF) izdüşümünde yürüttüğü mücadele, 13 Şubat 1925’te başlayan Şeyh Sait İsyanı sonrası 4 Mart 1925’te ilan edilen Takrir-i Sükun Kanunu neticesinde TCF’nin kapatılması (5 Haziran 1925) ile askeri ve siyasi elit muhalefetin sindirilmesini sağlayacaktır. CHF ve Mustafa Kemal Paşa muhaliflerinin tamamının ortadan kaldırılması ise, İzmir Suikastı girişimi (1926) sonrasında gerçekleşecektir. Bundan sonra Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanlığı altında ordu, Mustafa Kemal Paşa’nın devrimlerinin destekleyicisi ve koruyucusu olma görevini yerine getirecektir. Ordunun kendisine yüklediği bu misyon çok partili hayatla birlikte karşılaşılan askeri darbelerin meşru gerekçesi olarak sunulur. Örneğin 12 Mart Muhtırasında; “…. kamuoyu Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ümidini yitirmiş…” ifadesi; 12 Eylül 1980 darbesinin bildiri metninde: “Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek…” diye başlayan ifade; 28 Şubat 1997 Muhtırası’nda 1. Maddede belirtilen, “… Hükümet, icraatında Devrim Yasaları'na uygunluğu sağlamakla görevlidir”… gibi ifadeler ordunun hep bu kurucu ilkeyi hatırlatan ve ona dönüşü isteyen ifadeleridir.
Türkiye’nin çok partili hayata geçmesi sonrasında, cumhuriyetin kurucu ilkelerinden uzaklaşıldığı, devlet otoritesinin yeniden sağlanması amacıyla onar yıllık aralarla gerçekleştirilen darbeler, Türkiye’nin adeta istikrarlı bir darbeler tarihine sahip olduğunu gösterir. Her ne kadar darbeyi gerçekleştirenler darbenin amacına ulaştığını düşünerek yönetimi sivillere terk etmiş olsalar da görünen o ki, yeni bir darbeyi meşrulaştıracak ve olgunlaştıracak girişimlerin siviller tarafından işlendiği ve yeni darbelerin ya da darbe teşebbüslerinin gerçekleştiği görülecektir.
Ordunun siyasi hayat üzerindeki etkisi, onun bir yandan siyasi kültür içindeki rolüyle diğer yandan da devlet ve sivil toplum arasındaki denge (veya dengesizlikle) ilişkilidir. Bu bağlamda ordu kendine özgü ve çok boyutlu bir kurum olarak analiz edilmesi gereken bir kurumdur. Orduyu çok özel bir kurum olarak gören Heywood[10], orduyu diğer kurumlardan ayırıp ona avantaj sağlayan unsurlarını şu şekilde sıralar:
Bir savaş aracı olarak güçlü bir disipline, mensupları ölmeye ve öldürmeye göre yetiştirilmiş bir kurumun sivil otorite üzerinde bir tehdit olmaktan uzak olması ancak siyasi kültürle ilgilidir. Ordu ve kültür arasında kurulan ilişki, örneğin Türk milletini asker-millet şeklinde tanımlayarak adeta bütün bir milleti militarize eden bir kültürün üretilmesine de neden olur kaldı ki asker-millet anlayışının Türk siyasi kültürü ile ilişkilendirilmesi Alman (Prusya) geleneğinin bir etkisi olarak görülmelidir[11]. Siyasi kültür, ülkelerin siyasi tecrübe ve gelenekleri ile ilgilidir. Örneğin Amerika’da askerlerin siyasi pozisyonları ya da toplumsal algısı ile Türkiye’deki arasında fark vardır (bu fark zaman içerisinde değişebileceği konusunda bir rezerv koyarak bu sonuca ulaşılabilir). Amerikan siyasi tarihinde 3 Kasım 2020 Başkanlık seçimi sonrasında ilk kez bir kongre baskını ve eski başkanının belirsiz tavrı karşısında ordunun siyasete müdahil olacağı yönünde bir tartışma yaşanmış ve ABD Genel Kurmay Başkanının seçimi kaybeden başkan Trump’ı hedefleyen bir bildiri (muhtıra) yayınladığı görülmüştür[12].
Siyasi kültür, bir toplumda insanların siyasal tutum ve davranışlarını biçimlendiren değer, sembol ve inançların bütünüdür. Örneğin Türkiye’deki siyasi kültür, askerin siyaset üstü ve rejimin-devletin asıl koruyucusu olarak görülmesi nedeniyle siyasetçi karşısında daha üstün-muktedir olmasını sağlar. Siyasi krizin derinleştiği bazı dönemlerinde birçok siyasetçinin kurtarıcı olarak askere yeşil ışık yakması bu görüşü doğrular. Hatta sadece siyasetçilerin değil, demokrasinin ana aktörlerinden biri olan ve demokrasi kültürünün çok önemli bir aracı olan sivil toplum kuruluşu (STK) temsilcilerinin zaman zaman “ordu göreve!” pankartları taşımaları hem orduya bu üstünlüğü verme hem de onun rejimin asıl koruyucusu olma görevini hatırlatma amacını taşır. Ancak ordu her zaman bu davete icabet eder mi? Askeri bir darbenin gerçekleşmesinin ya da olgunlaşmasının sebepleri nelerdir? Bunların zaman ve mekana bağlı olmayan objektif kriterleri var mıdır? Sorusu ayrıca cevaplanmaya değer bir soru olarak bir kenarda cevaplanmayı beklemektedir.
________________________________________________
[1] Raiyye/Reaya: Vergi vermekle yükümlü Müslüman ve zımmî hukuka tabi olanları da (kefere taifesini) kapsayan köylü, esnaf ve zanaatkârı ifade eder.
[2] İttihat ve Terakki’nin desteklediği hükümeti düşürmeyi hedefleyen karşıt görüşteki subay örgütlenmesi.
[3] Hale, William (2014) Türkiye’de Ordu ve Siyaset, (çev. A. Fethi), Alfa, İstanbul, s. 108.
[4] Hale, 2010: 100
[5] Atatürk, Mustafa Kemal (1967), Nutuk, C. II, Yedinci Basılış, MEB Devlet Kitapları Müdürlüğü, Ankara, s.852-863
[6] Atatürk, Nutuk 1967: 854
[7] Atatürk, Nutuk 1967: 854
[8] Atatürk, Nutuk 1967: 856
[9] Tunçay, Mete (2012), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması 1923-1931, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s. 119
[10] Andrew, Heywood (2006), Siyaset, (Çev. B. Berat Özipek vd.), Liberte, Ankara, s. 534-536
[11] Selçuklu’dan 27 Mayıs’a Ordunun Tarihi Dönüşümü (sinantavukcu.com) (erişim tarihi 12.04.2021)
[12] Askerden Trump’a muhtıra - Yeni Şafak (yenisafak.com) (erişim tarihi 12.04.2021)
Güncel Yazıları
“Onlara Ait Her Şeyi Tümüyle Yok Et… Hepsini Öldür” Tevrat: Yasanın Tekrarı (Tesniye)..
30 Ekim 2023
Almanların Nazi/Faşizm Sevdasının Faturasını Müslümanlar Ödemek Zorunda Mı?
27 Ekim 2023
“Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı”
20 Ekim 2023
Mutlak Kötülük ve Zorba Devlet
14 Ekim 2023
Öğrenilmiş Acziyet, “Aksa Tufanı” ve Şu Bizim Ezik Aydınımsılar
09 Ekim 2023
12 Eylül ve NATO (ya da ABD)
12 Eylül 2023
Bale ve Opera ile AK Parti’yi Terbiye Etmek
24 Ağustos 2023
Muhalefet Dağınık, Yerel Seçimler Çantada Keklik (mi?)
22 Ağustos 2023
Ekrem Nereye Koşuyor?
18 Ağustos 2023
CHP İçindeki Kaostan İyi Parti’nin Kendi Sahasında Top Çevirmesine
14 Ağustos 2023
Suç ve Ceza İlişkisizliği : Esenyurt Saldırısı ve Diğerleri
01 Ağustos 2023
Zihni Batının İşgalinde Olanların Arap Düşmanlığı
26 Temmuz 2023
Bir İşgal Operasyonu: 15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi
14 Temmuz 2023
Konser İptallerini Karşı Devrim Olarak Okumak
12 Temmuz 2023
CHP Kabuk Değiştirebilecek mi?
05 Temmuz 2023