Türkiye’de ideolojik pozisyon ile sınıfsal pozisyon arasındaki ilişki hayli gelgitlidir. Ancak iş farklı ideolojik cephelerin din-İslam ya da milliyetçi-mukaddesatçı-muhafazakâr insanlara bakışı söz konusu olduğunda kullanılacak kavramlar ya da onlara yönelik niteleme aynı olacaktır: Mürteci, irticacı, faşist, ırkçı…
Laik, bürokratik merkezin dışında kalıp çevreyi temsil eden bu kesimler için uzun bir süredir modernist yazar çizer taifesinin kullandığı ifade daha da küçümseyici biçimde kullanıldı. Mezkûr taifeye göre, sadece karnını doyurmaya çalışan ve midesi dışında hiçbir önceliği olmayan, insani niteliklerini henüz kazanamamış, İstanbul’un en güzel yerlerinde mangal yaparak havayı kirleten, seçim zamanı da aldığı kömür ya da makarnaya göre oy veren bu insanlar kentle, teknolojiyle moderniteyle uyumsuz olup, zaman zaman göbeğini kaşımakla ya da makarna karşılığı oyunu satmakla suçlandı.
Türkiye’de modernleşme yani Batının fen ve tekniğini kendi kültürünü ve özünü kaybetmeksizin almak, ideoloji fark etmeksizin tüm kesimlerin temel iddiası oldu. Osmanlının son döneminden Cumhuriyet yıllarına kadar en muhafazakâr kesimler dahi Batının fennini almanın ne kadar hayati olduğunun altını çizdi. Yani İslamcılar ya da Türkçülerin Batıcılardan farklı olarak fen ve tekniği hedefleme anlamında Batı medeniyetine mesafe koymasından değil Batı kültürünü taklit etmeye karşı çıktıkları, yapılması gerekenin kültürü değil tekniği taklit etmek olduğunu görürüz. Ancak Jön Türklerle başlayan ve erken cumhuriyet dönemlerinde iyice şekillenen modernleşmenin yöntemi Fransız tarzı jakoben ve dine karşı Aydınlanmacı ve “aydın despotizmi” tarzında işlediği için dindarlar kendilerini dışlanma ve savunma pozisyonunda buldular.
İslam ve bilimi uzlaştırmaya ve buluşturmaya çalışan pozitivizm etkili ve yönelimli bu perspektif İslam’ın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi işledi. Müslümanlar her saldırıda İslam’ın toplumu geri bıraktıran bir din ve kendilerinin de mürteci olmadıklarını müthiş bir taassupla buna inanan insanlara karşı savunmaya çalıştılar. Ancak hem mürteci hem de taassup sahibi olanların kendileri olduklarına inandırıldıkları için de bu ezikliğin üstesinden bir türlü gelemediler. Mürteci tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarından dindar ya da Müslüman olduklarını dile getiremedikleri için kendilerini mukaddesatçılık zırhına sardılar. Ne zaman ki demokrasi onları da siyaset arenasında söz sahibi yapmaya başladıysa o zaman yavaş yavaş kendi kimliklerinin ne olduğunu hafif bir şaşkınlık ve güvenle dile getirmeye başladılar.
Demokratik seçimlerde sahip oldukları oy ağırlığı doğrudan demokrasiye yönelik bir eleştiri olarak dile gelemeyeceğinden doğrudan onlara yöneldi. Şu makarna ya da kömür karşılığında oyunu satan Neandertal tip tam da göbeğini kaşıyan modern primatı karşılayacak şekilde kullanıldı. Dünyadan bihaber, ülkesindeki, dünyadaki gerçekliklerden kopuk bu insanların tek derdi olduğu iddia edildi, karnını doyurmak.
2023 Seçimleri çok ilginç seçim söylemlerine sahne oluyor. Seçimin ana malzemesi ne başörtüsü, ne tehlikenin farkına varamayan çağdaşlar, ne Türkiye’nin İran olma endişesi. Muhalefet için seçimin en temel sorunu ekonomik kriz. Muhalefet seçmeni her şeye homo ekonomikus gözlüğüyle bakıyor.
Muhalefet seçmenine Kızılelma diyorsunuz, elmanın kilosu ne kadar oldu haberiniz var mı? diyor.
Ülkenin her tarafına ticari imkân ve fırsatları arttıracak yeni yollar, köprüler yapılıyor diyorsunuz. Köprüyü mü yiyeceğiz! diyor.
Türkiye dünyanın en büyük ilk İHA, SİHA, gemisini üretti diyorsunuz, senin patatesin soğanın fiyatından haberin var mı? diyor.
Milyonlarca genç (haydi Z kuşağı diyelim) bir sinerji yaratmak ve inovasyon için Teknofest’te buluşuyor, yeni keşiflerle genç beyinler bir araya geliyor diyorsunuz, bizim festivallerle kaybedecek zamanımız yok diyor.
Muhalefetin daha önceki seçimlerde aşağıladığı Anadolu insanının ekonomik kriz karşısında, “bizim için öncelikli olan ülkemizin bağımsızlığı… aç kalalım, açıkta kalalım ama bağımsızlığımızı kaybetmeyelim” söylemi bu seçime yüklenen anlamı gösteriyor.
Muhalefet için bu seçimin böyle hayati ve küresel bir anlamı yok. Muhalefet bu seçimi daha çok patates ve soğan fiyatının yüksekliği üzerinden okuyor. ‘Ben cebimdeki paraya bakarım arkadaş ya da ekmeğimin peşindeyim arkadaş’ mantığı ve ulvi söylemi tüm küresel oyunlara kapalı bir taşralı zihniyeti yansıtıyor. Öyleyse burada geriye doğru bir evrimle mi yoksa muhafazakâr bir iktidarın yaptıklarını kabullenemeyen ve onu görmek istemeyen bir zihniyetle mi karşı karşıyayız? TOGG’un hal İtalya ya da İspanya’da üretilip Türkiye’ye getirildiğini düşünenler için ya da Karadeniz gazının Putin tarafından Türkiye’ye seçim hediyesi olarak gönderildiğini düşünenler için sadece sınıfsal değil psikiyatrik sorunların varlığından da söz etmek mümkün.
Cumhur İttifakı döneminde hayata geçen icraatlar Türkiye’nin 150 yıllık Batılılaşma macerasının en olgun dönemini ifade ediyor. Gökalp’in Türk ve Müslüman kalarak Batı medeniyetine dahil olma iddiası gerçekleşiyor. Gökalp, Batılı gibi giyinmekle değil otomobil ve denizaltılar yapmakla (elbette ki İHA ve SİHA’dan bahsetmesi o dönemde biraz zordu) batılı olunabileceğini dile getiriyordu Gökalp. Bunlar şimdi gerçekleşiyor. Savuna sanayiindeki yeni ürünleri takip edemiyorsunuz. Bunların ihracı 2022 yılında 4 milyar doları aştı 2023 yılı için 24 milyar dolar olarak öngörülüyor. Artık Batılıların hasta adamı yok. Batının taşeronu terör örgütlerinin ayağına dolanmasıyla yüz milyarlarca doları bölgeye yatırım olarak harcayacağına terörle mücadele için harcayacak bir devlet yok. Kıyısındaki doğal zenginliklerden faydalanması için tehdit edilen bir ülke yok. Medeniyet coğrafyasındaki zulüm ve haksızlıklara göz yumup, ‘aman aman bir tatsızlık çıkmasın’ diyen bir ülke de yok. Bu ülkenin vatandaşları da ordusu da güvenlik güçleri de artık ülkesiyle gurur duyabilecek bir noktaya geliyorlar. En azından Kızılelma deyince, elmada tat mı kaldı, fiyatı ne oldu haberin var mı? demiyorlar.