27 Mayıs darbesi ile ilgili çok da dillendirilmeyen hususlardan birisi, darbeye bilimsel ve hukuki kılıf bulmaya çalışan akademik çevreler popüler tabirle doxazoflardır. Doxazof iktidarın icraatlarını halkın gözünde meşrulaştırmaya çalışan kanaat teknisyen(ler)idir ki bunların bir kısmı da üniversitelerde hocadırlar! Darbeye meşruiyet sağlayan bu tür akademisyenlerin yanında bir de, hem darbenin ortaya çıkmasına sebep olan olayların engellenmesi için hükümeti uyaran hem de demokrasinin sınırlarını zorlayanlara demokratik hukuk devletinin ilkelerini hatırlatan akademisyenler vardır. Belki de bunların en önemlisi akademik ve entelektüel vefasızlığa maruz kalan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’dir.
Başgil’in 27 Mayıs darbesi ile olan ilişkisi üç başlık altında ele alınabilir. Evvela, onun net ifadesiyle darbenin flama işaretinin akademisyenler tarafından nasıl verildiği; ikinci olarak cuntaların darbe öncesi ve sonrası faaliyetleri; son olarak onun Cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecini de içeren ordunun demokratik seçim sonuçlarına yönelik memnuniyetsizliğinden hareketle demokratik işleyişe müdahalesi ve Başgil’in onuruyla hareket ederek ‘süngü ucunda kukla olmak istememesi’ süreci.
Profesör Soslu Darbe
27 Mayıs 1960 askeri darbesi (dönemin popüler ifadesiyle “27 Mayıs Devrimi”) dönemin aydınlarının demokrasiden ne anladıklarını gösteren bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür. Başgil tam bir bilimsel objektif ve serinkanlılıkla darbenin uygulamaları üzerinde düşüncelerini ifade ederken, darbenin hazırlanmasına zemin hazırlayan bir grup aydın ise, darbenin daha köktenci bir eylem tarzını askerlere benimsetmek için çeşitli görüşler ve öneriler ortaya atmışlardır.
Bu yüzden darbenin hazırlanmasına gerekçe oluşturacak sebeplerin ortaya çıkmasında ve darbenin keskinleşmesinde üniversite hocalarının rolü hiç de ihmal edilemeyecek boyuttadır. Darbeden bir gün sonra 28 Mayıs’ta İstanbul’dan Ankara’ya getirilen hukukçu hocalar Başgil’in mesai arkadaşlarıdır ve hepsi de Demokrat Parti’nin muhalifleridir. İstanbul Üniversitesi rektörü Sıddık Sami Onar’ın başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu Türk siyasal hayatını aktardığı eserinde Ahmad’a göre (2010:209), “…hareketin niteliğini değiştirip farklı bir yöne itti. Profesörlerin darbeyi bir devrime dönüştürdüklerini ileri sürmek çok fazla abartma olmayabilir.” Darbenin direksiyonuna geçen profesörler araç içindeki askerleri istedikleri durakta indiriyorlar, istedikleri görüntüleri görmelerini sağlıyorlardı. “Bu hukukçu grup, darbeci subayları sadece DP ileri gelenlerini değil, aynı zamanda milletvekillerini de tutuklamaları gerektiğine ikna etti. Onlara göre “Anayasa’yı ihlal etmiş olan” bu milletvekillerinin hepsi tutuklanmazsa ihtilalin meşruiyeti tehlikeye girecekti. Aynı hukukçular bir “ihtilal komitesi” kurulmasını ve idarenin bu komite eliyle yürütülmesini de tavsiye etmişlerdi. Bu hukukçular kurulu evrensel hukuk ilkelerini boşa çıkaracak bir “olağanüstü koşullar” manzarası çizerek, bu manzaraya uygun bir olağanüstü yargılama ve yürütme sürecinin çerçevesini çizdiler” (Aydın ve Taşkın 2015:65). Başgil, darbenin ön hazırlık aşamasında öğrencilerin tahrik edilmesinde ve öğrenci olaylarının başlatılmasında üniversite hocalarının etkilerinin ne düzeyde olduğunu anılarında anlatır. Hocaların bu etkisini doğrulayan olaylardan biri de darbe sonrası DP’lilerin siyasete devam edeceklerine dair inancın zamanla yok olmasıdır. Başlangıçta tutuklanan DP’lilerin bir kısmı sonradan serbest bırakılır. Bunlardan biri olan Sıtkı Yırcalı’dır. “General Madanoğlu kendisine, temizlenmiş bir DP’yi yönetmesine izin verileceğini söyledi. Fakat 31 Mayıs’ta tekrar gözaltına alındı – politikada profesörlerin önerilerinin yol açtığı bir değişikliğe işaret eden bir hareket. Bir gün içinde DP’li meclis üyelerinin tamamı tutuklandı. Sonradan Profesör Hüseyin Nail Kubalı, bütün DP milletvekillerinin tutuklanmasını- devrimin keyfi hareket etmediğinin bir kanıtı olarak- önerenlerden birinin kendisi olduğunu kabul etti[1]” (Ahmad 2010:211). Başgil “27 Mayıs ihtilalinin flama işaretini İstanbul Üniversitesinin bazı hocaları 27 Nisan’da gazetelerde çıkan beyanatlarıyla verdiler” diyerek bu görüşe katılmaktadır (1990:68). Hocaların kışkırtmaları ile 28 Nisan 1960’da üniversite öğrencileri ayaklanırlar, polisle çatışır ve askerle kucaklaşırlar. Çatışmalarda Turan Emeksiz adlı bir öğrenci ölür. Ancak gazetelerdeki rakam farklıdır “28 Nisan ölülerini kimi onbire çıkarıyor, kimi öldürülen gençlerin kıyma makinelerinde kıyıldığını yazıyor…” (1990:81). Bu haberlerin meydana getirdiği tahrik kitleleri daha fazla hareketlendirirken diğer yandan gazeteci ve aydınların askerleri yönlendiren çıkışları ve görüşmeleri bir diğer yandan asker içindeki cuntanın demokrasiyle, parlamenter sistemle Türkiye’nin sorunlarının çözülemeyeceğine dair yüksek sesle dile getirdikleri görüşler darbe için uygun zeminin hazırlanmasını sağlamıştır.
Darbe meydana gelmeden yıllar önce (1956 yılında) Başgil Türkiye’nin geleceğine dair ilginç bir konuşma yapar. İstanbul Üniversitesi’nde verdiği bu konferans Başgil’in ne kadar büyük bir öngörüye sahip olduğunu göstermesi açısından kayda değerdir (1960:43): “Biz bu memlekette mutlakıyet, otoriter meşrutiyet, liberal meşrutiyet ve otoriter cumhuriyet rejimlerini birbiri ardınca yaşadık. Bugün klasik devlet rejimlerinden sonuncusunu yani demokrasiyi tecrübe etmekteyiz. Dikkat edelim, bu tecrübede muvaffak olmazsak, geriye dönemeyeceğimize göre, tecrübe dilecek bir tek rejim kalmıştır. Onu ben söylemeyeyim, siz düşününüz.”
Demokrasi Üzerindeki Heyula: Neo Jön Türkler ya da Cuntalar Dönemi
27 Mayıs 1960 darbesi ordu içindeki cunta faaliyetlerini hafife alan DP’nin sert biçimde cezalandırılmasıyla sonuçlandı. Gerçekte ordu içindeki cunta faaliyetleri 1950’lerin ortasından itibaren başlamıştı. Meşhur ‘9 Subay Olayı’ ve sonrasındaki girişimler karşısındaki demokratik duyarsızlık cuntanın giderek daha da güçlenip taraftar bulmasına neden olmuştur denilebilir. Ancak 27 Mayıs cuntasını oluşturan 38 komutanın her açıdan homojen olduğu düşünmek mümkün değildir. Onları birleştiren tek şey neo-Jön Türk tavırdır: Demokrat Parti’ye karşı olmak. Çünkü DP ile birlikte Atatürk devrimlerinden uzaklaşılmıştır. Demokrat parti devrimleri yok sayarak ve onları ortadan kaldırarak devrim karşıtlarını cesaretlendirmiştir. Bu yüzden yapılması gereken tekrar devrimlere dönmektir. Bununla birlikte darbe sonrası işleyişin nasıl ve ne yönde olacağına dair bir uzlaşmanın olmadığı ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacak ve darbeci grubun hemen ikiye ayrıldığı görülecektir. Bir yanda Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği üst düzey generallerin yer aldığı ‘Ilımlılar’ grubu; diğer yanda Albay ve daha aşağı rütbeli subaylardan oluşan ve önderliğini karizmatik Albay Alpaslan Türkeş’in yaptığı ‘Radikaller’ grubu. Ayrılık o kadar keskindir ki, Ilımlılar, CHP ve İnönü’ye sıcak bakan sosyal demokrat eğilimli iken, Albay Türkeş’in varlığını gören DP’liler darbenin İnönü ve CHP adına yapılmadığına kanaat getirirler. Ilımlılar bir an önce demokrasiye geçiş taraftarı iken, radikaller uzun süre iktidarda kalmayı planlamaktadırlar[2]. Bu keskin ayrılık bir süre sonra üst rütbeli komutanların yani ılımlıların gücü ellerine almasıyla sonuçlanır ve daha sonra tarihe “14’ler” olarak geçecek olan 14 subay, 13 Kasım 1960 tarihinde yurt dışında görevlendirilirler. Artık demokratik bir seçim yapmanın ve darbe gecesi okunan bildiride yazıldığı gibi, “… en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere ...”seçimlere gidilecektir.
Ameliyat Masasındaki Demokrasiye Narkoz: 21 Ekim ve Çankaya Protokolleri
15 Ekim 1961 Tarihinde yapılan seçimlerde oyların üçte ikisi DP’nin devamı olan partiler tarafından kazanılırken, askerin seçimi kazanmasını istediği ve beklediği CHP ise, %36 oy aldı, tek başına hükümeti kuramadığı için Türk siyasi hayatı ilk koalisyon hükümetiyle tanıştı. Oysa asker CHP’nin kazanması ve özellikle DP’nin devamı olarak gördüğü AP’yi zayıflatmak için elinden geleni yapmıştı. “Askeriye, Türk demokrasisinin geleceğinin sadece CHP’nin zaferiyle kurtarılabileceğine karar vermişti” (Ahmad 2010:221). Ordunun gönlünden geçen gerçekleşmediği için rahatsızlıklar, homurdanmalar ordu içinde tekrar başlar. Oysa darbe gecesi okunan bildiride seçimleri kim kazanırsa hükümeti kurma görevi ona verilecek denilmişti. Ordu içindeki gruplar, kendi bildirgelerine muhalif olarak bu sonuçlardan rahatsızlıklarını dile getirmeye başladılar. Böylece seçimlerden hemen altı gün sonra İstanbul’da 10 general ve 28 Albayın (toplam 38 subayın) imzaladığı “21 Ekim Protokolü” imzalanır. Maksat “devrimi milletin gerçek temsilcilerine emanet etmek için müdahalede bulunmadır[3]” (Ahmad 2010:225). Protokolün hedefleri, bütün siyasi partileri yasaklamak, seçim sonuçlarını iptal etmektir. Bunların hepsi meclisin açılma günü olan 25 Ekim’den önce yapılacaktır. Aynı zamanda Milli Birlik Komitesini (MBK) lağvetme tehdidinde bulunurlar. Bu taleplerin gerçekleşmemesi durumunda genç subayları zaptetmenin mümkün olmayacağı ve kanlı bir müdahalenin olacağı dillendirilir (Ahmad 2010:225).
Parti liderleriyle yapılan görüşmeler sonunda 24 Ekim tarihinde parti liderleri Çankaya Köşkü’nde kendi protokollerini imzalarlar[4]. Bu protokolde ordunun heyulası o kadar ağır ve yoğun biçimde kendini hissettirmiştir ki bu etki alınan kararlarda kendini hissettirir (Ahmad 2010:225): DP’ye yakın olduğu gerekçesiyle emekliye sevk edilen subaylar geri dönemeyecektir. DP’lilere af çıkmayacaktır. Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı ve İsmet İnönü Başbakan olacaktır. Görüldüğü gibi bu kararlarla asker, serbest seçimle gelecek bir hükümetin üzerinde vesayetini net biçimde hissettirmiştir. Ordunun perde arkasına bile çekilmeden sahnede oyunculara rollerini oynattığı bir oyun başlamıştır ve bu oyunun adına da demokrasi denecektir.
Tüm bunlardan habersiz bir biçimde Başgil 20 Ekim’de Adalet Partisi (AP) İstanbul il teşkilatından aldığı telgraf ve uzun bir telefon konuşmasından sonra 21 Ekim’de Cenevre’den yurda doğru hareket etmeye hazırlanır. Ancak ne 21 Ekim Protokolünden ne de diğer gelişmelerden haberdardır. O, üç partideki yani AP, Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ndeki (CKMP) bir grup milletvekilinin talebiyle Cumhurbaşkanı adayı yapılmak istenmektedir. Başgil bu düşünceyle yurda dönerken anılarında bu durumu şöyle anlatır: “Halk benim için muazzam bir karşılama hazırlığında imiş. Kamyonlarla civardan insanlar geliyormuş. Hadiseler çıkacağından endişe ediliyormuş. (AP) Teşkilat başkanını çağırıp hareketimin bir gün sonraya tehirini istemişler. Bana bu tehirin zaruri olduğunu bildirdiler. Öyle yaptım” (1990:93-94). 22 Ekim’de Cenevre’den hareket eder ancak 21 Ekim’de zaten MBK tarafından alınan kararlar üç siyasi partinin başkanına iletilmiş ve onların da bunu kabul ettiği anlaşılmıştır. Zaten 24 Ekim (Başgil’in günlüğünde 23 Ekim) tarihinde Çankaya’da yapılan parti başkanları ve genelkurmay başkanı ile yapılan toplantıda benzer kararlar alınmıştır. Başgil cephesinde ise Ankara’ya doğru yolculuk devam etmektedir. 23 Ekim’de tren ve yolcuları uğradığı her yerde halkın sevgi ve sempatisiyle karşılaşır. Tren Polatlı’ya iki istasyon kala kaza gerekçesiyle durdurulur. Halkın teveccühünün önlenmesi amacıyla yapıldığı düşünülür. Onu karşılayan milletvekilleri Cumhurreisi adaylarının kendisi olduğunu ve bundan vazgeçmemesi gerektiğini söylerler. Başgil kendisine yönelik teveccühü şöyle anlatır: “Saat onüçe doğru Ankara’ya geldik. Tren üç saatten fazla bir gecikme yaptığı halde istasyonda mahşeri bir kalabalık beni bekliyordu” (1990:96).
Yerleştiği otelde Başgil’i başta AP olmak üzere üç partinin Adalet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP), ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) milletvekilleri grup grup ziyaret eder ve Cumhurreisliği adaylığı için söz isterler, saat 16.00’dır. Tam üç saat sonra, saat 19.00’da Başvekâletten çağrıldıklarını bildiren emir subayı gelir ve saat 20.00’da başvekalete giderler. Kapıda Fahri Özdilek (MBK üyesi- Bakan) ve Kara Harp Okulu Komutanı olup şimdi bakan olan Sıtkı Ulay[5] karşılar. 21 Ekim Protokolü’nden habersiz bir biçimde davetin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceğinin daha iyi olması temennisiyle yapılan bir davet ve toplantı olduğunu düşünür. “Ben, saf adam, sanki davet bir tanışma ve görüşme daveti imiş gibi, uzun konuşmalara daldım. Hükumet ve idareden söz açarak fikir beyanına giriştim” (Başgil 1990:97). Bu toplantıda Türkiye’nin yenileşme, gelişme ve kalkınma gayretlerinden söz eder, Japonya’yı örnek verir. İç çekişme ve çatışmalar yerine milli sorunlar üzerinde odaklanıp kalkınmak gerektiğinden söz eder. Devlet otoritesi, jandarma dipçiği, eğitim sistemi … derken Sıtkı Ulay, “Çok enteresan fikirler. Fakat asıl konuşmak istediğimiz bir mevzu var. Müsaade ederseniz onu konuşalım” diye sözünü keser (1990:98)[6]. Başgil’e Gürsel karşısında adaylığının uygun olmadığı, bu adaylığa müsaade edemeyeceklerini söylerler. Başgil, “Yanlış yoldasınız paşam. Dürüst bir seçimden sonra tutulacak yol bu değildir. Demokrasi hukuku emreder. Sözde seçim, dikta rejimlerinde görülen seçimdir. Sizler demokrasi yolunda yürüyeceğinizi söylediniz. İktidarı, seçimlerde kazanacaklara teslim edeceğinize söz verdiniz. Hatta yemin ettiniz. Ben buna inanarak Cenevre’den kalktım geldim. Sizlere yakışan verdiğiniz sözü tutmaktır. …Seçim... demokrasinin gösterdiği tek yol budur. Padişahlıkla Cumhuriyet arasındaki fark da buradadır” (1990:99-100). Başgil’in bu konuşmasına karşılık MBK üyesi Fahri Özdilek’in konuşması oldukça manidardır ve her seçim sonrası halkın oylarıyla teveccüh ettiği hükümetleri demokratik olmayan yollarla iktidardan indirmek isteyenlerin tutumlarını yansıtır: “Biz de demokrasi dedik durduk ve seçimlere öyle girdik. Seçimlerden çıkan netice bu mu olmalıydı?[7]” (1990:100). Konuşmacılar Başgil’e orduda yeni bir cunta kurulduğunu[8], (bu ve diğer) talimatları onların verdiğini, hayatını garanti edemeyeceklerini söyleyerek adaylığını geri almadığı takdirde, devamla 21 Ekim Protokolünde alınan ve kendilerinin de imzasının bulduğu kararları açıklarlar: “Meclis açılmadan dağıtılacak, seçimler iptal edilecek, partiler kapatılacak ve askeri idare devam ettirilecektir. Siz bir hukuk profesörü olarak, memleketin böyle bir akıbete düşmesine razı olamazsınız” (1990:101). Başgil bunlara razı olmayacağını belirtir. Bu korkunç tehditlerin, yaşanacak felaketlerin kendi yüzünden kopmasına razı olmayacak, İnönü-Bayar düşmanlığının Gürsel-Başgil şeklinde hortlamasına razı olmayacaktır. Başgil, adaylıktan çekilir, süngünün ucunda bir kukla olamayacağını söyleyerek senato üyeliğinden istifa eder ve ülkeyi de terk eder.
Yine Birand, ’12 Mart’ adlı belgeselinde Başgil’i tanıtırken ‘hiç kimsenin beklemediği aday, sert çıkışları ve uzlaşmaz tavırları olan birisi’ demektedir[9]. Gerçekte ise Başgil üç partinin milletvekilleri tarafından aday gösterilmiştir. Üstelik hem muhafazakâr siyasette hem de halkın gözünde itibar sahibi biridir. Ancak askerin demokrasi üzerindeki vesayeti ve muhafazakâr ya da Başgil’in tabiriyle memleketçilerin Garpçılar yanında henüz bir kamu diplomasisi geliştirme ya da gelişen yeni güçlere ya da zinde sınıflara egemen olma, onlar üzerinde yönlendirici olma gibi bir güçleri henüz yoktur. Demokrat Parti iktidarda kaldığı süre boyunca kendi entelektüel tabanını oluşturamamıştır. Böyle bir kaygısının olduğu bile büyük bir şüphe götürmektedir.
Yine aynı belgeselde sanki Başgil siyaset meraklısıymış gibi, 21 Ekim protokolü sonrasında Birand Başgil için şunları söyler; “… Sıra, Başgil’in bu sevdadan caydırılmasındadır.”
Başgil'in Başbakanlık'ta tehdit edildiği gün, yani 24 Ekim'de (Başgil’e göre 23 Ekim’de) Çankaya'da da önemli bir toplantı vardı. Bir gece önce kendi aralarında toplanan dört siyasi parti lideri, Çankaya'da, Cemal Gürsel başkanlığında bir toplantıya katıldılar. Toplantıya katılanlar arasında Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel komutanı da vardı. Ana konu, 21 Ekim Protokolü'ydü. Sonuç olarak siyasiler yeni bir darbe tehdidiyle karşı karşıya kaldılar ve "Çankaya Protokolü"nü imzaladılar. Protokol imzalanmasaydı, tekrar seçime gidilseydi gibi bir izah bugün çok anlamlı görülmeyebilir. 1950 ve 60’lı yıllar cuntaların Türkiye’nin komşularında sert biçimde rüzgâr estirdiği yıllardır. Bu rüzgârı arkasına alan askerlerin çok da rahat duracaklarını düşünmek mümkün görünmemektedir nitekim 1962 ve 1963’de Albay Talat Aydemir’in başarısız darbe girişimleri cuntaların gücünü ve bu genç cuntacıları teskin etmek için üst düzey komutanların demokratik siyaset üzerindeki vesayetlerini konsolide eden uygulamalarla geçmiştir. Başgil’in dediği gibi Çankaya’da siyasetçilerin askere karşı verdikleri taviz tavizi doğurmuş ve kimse ‘genelkurmay başkanlığının hükümetin emrinde bir kurum’ olduğunu askerlere hatırlatamamıştır. Bu yüzden ülkenin eksikliği Başgil’in tabiriyle adam eksikliğidir.
Başgil, Türk siyasal hayatının en şiddetli döneminde, askerin demokrasi üzerinde vesayetini en ağır biçimde hissettirdiği bir dönemde vakarıyla, ilmiyle, demokrasi anlayışıyla hak bildiği yolda gitmeye çalışan bir bilgedir. Yerlidir, millidir ama aynı zamanda evrensel değerleri bilen ve benimseyen çok yönlü bir entelektüeldir. Eğer Başgil dönemin Cumhurbaşkanı olsaydı, Türkiye, sivil, âlim, bilge ve dindar bir Cumhurbaşkanı ile tanışmış olacaktı. Bu süreç çok daha farklı bir Türkiye’nin ortaya çıkmasına sebep olabilirdi. Ancak halk için halk adına hareket etiğini düşünen güçler ‘devrim’ adı altında Türkiye’yi çok daha farklı bir kulvara taşımak istemişlerdir. Ancak vefalı Türk milleti darbecileri değil darbenin mağdur ettiği ve ona karşı bilimle ve onuruyla mücadele edenleri hatırlamaktadır ki bunlar arasında Demokrat Partililer kadar Başgil de vardır. Onun halkın gözünde kazandığı itibarı, onu kabına sığmayan bir hukuk profesörü olarak tanımlayan rahmetli Osman Turan’ın ifadesiyle dile getirmek belki de en iyisi (1980:46): “İşte Başgil, bu buhranlı durum karşısında ve kimsenin ağzını açamadığı bir zamanda Hakkın ve adaletin sesini yükseltiyor; irşad ve cihad vazifesine başlıyor; kuvvet ve cesaretini de sadece imanından ve milli dava aşkından alıyordu. O, muzdarip kitlelerin ve vatanseverlerin dertlerini dile getirir ve görünür-görünmez iktidar sahiplerini adalete ve milli birliğe davet ederken de asla bir siyasi zümreyi düşünmemiş; sadece hakkın zaferi ve vatanın selameti gayesi ile hareket etmişti… Dağ başındaki çobanın, sihirli bir muska gibi, okuyamadığı makalelerini koynunda taşıması kalplerde kurulan bu tahtın en güzel bir vesikası olarak tarihe geçecektir.
__________________
[1] Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı, darbe öncesi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki derslerinde “Anayasa yok ki! dersi mi yapılır” diye dersleri boykot ederek öğrencilere mesaj verip, olayları tetikleyen bir tutum takınmıştır.
[2] 1961 seçimleri sonrasında DP’nin devamı olarak görülecek bloğun oyların üçte ikisini alması sonrası sürgüne gönderilen radikaller (ya da 14’ler), Brüksel’de bir açıklama yaparak, seçim sonuçları sonrasında DP’nin devamı olan partilerin yine ön planda olduğunu belirterek, seçimlerin kendilerini (yani iktidarda uzun süre kalma isteklerini) haklı çıkardığını açıklamışlardır.
[3] Askerin demokrasiden ne anladığını göstermesi açısından ilginç bir örnektir bu durum. Demokratik seçimlerin sadece göstermelik olduğu, ordunun içine sinen bir parti kazanana kadar müdahale edileceğinin görüleceği anlaşılabilir. Oysa 27 Mayıs darbe bildirisinde seçimlerin en kısa zamanda adil ve serbest biçimde yapılacağı ve kim kazanırsa kazansın kazanana idarenin teslim edileceği belirtilmiştir. Ancak ordunun verdiği bu söz, tıpkı Düvel-i Muazzama’nın Osmanlı İmparatorluğuna bir konu hakkında söz verip o sözü tutmamasına benzer. Eğer ordunun onayını alan bir partinin iktidar olması gerekiyorsa seçim yapmanın anlamı ne olabilir ki?
[4] Başgil anılarında bu tarihi 23 Ekim olarak belirtmektedir.
[5] Sıtkı Ulay, komiteye en son katılanlardandır ve Demokrat Parti ve Menderes’e ‘sadık subay’ olarak bilinir. Öyle ki darbe gecesi darbenin olduğuna ikna olmak için jetlerin evinin üstünden uçurulmasını istemiştir ve bundan sonra darbeye dâhil olmuştur.
[6] Sıtkı Ulay (MBK Üyesi), Mehmet Ali Birand’ın ‘12 Mart’ adlı belgesel programında bu durumu şöyle anlatır. “Hoca reisicumhur olacağını sanıyor… Ben dedim ki hoca kes şimdi şunu, ben sana açıkça söyleyim, sen Cumhurbaşkanı olursan ne top atılır.. senin cipin bile hazır. Koyacaklar seni yukarıda bir yere götürecekler, orada akıbetin meçhul belki mezarını bile kazarlar. E, siz ne yaparsınız? dedi. Bizim elimizden iktidar gitti dedim. Yeni bir Silahlı Kuvvetler Birliği kuruldu… Cemal Gürsel’in aday olmasını istiyorlar. Ama sen bilirsin. İstiyorsan kal, bunu dene. Hoca da yüzü kıpkırmızı gelmişti sapsarı kesildi adamcağız. (Toplantıya girmeden önce gazeteci Mete Akyol’un Metin Akpınar edasıyla ‘sizin aday olmanızı istemiyorlar’ diye durumu anlatması da Başgil’in içine düştüğü cenderenin boyutlarını göstermektedir). Sivil ve liyakat sahibi bir bilge insanın önünün nasıl kesildiği ve Garpçı-Batıcı güçlerin bundan nasıl haz aldığını gösteren ilginç bir olay ve döneme işaret eder bu yaşananlar. Yeniçeriler tarafından boğulan bir Genç Osman ya da Abdülhamit’in hallini hatırlamamak elde değildir.
[7] Başgil anılarında bu ifadeyi şöyle yorumlar: “Bu teessüf ifade eden sözlerden anlaşılıyor ki, Sayın Fahri Özdilek, Halk Partisi’nin seçimlerde büyük bir ekseriyet kazanmasını bekliyordu. Halk efkârından ve memleket realitelerinden habersizlik bu kadar olur” (1990:100). Özdilek’in bu hayal kırıklığı Türk milletinin tercihlerine saygı duymayanların sahip olduğu genel bir bakıştır. Bu yüzden Türk milletinin henüz demokratik bilince erişemediği, bu bilinci kazanana kadar geçici bir süreliğine yönetime el konulması gerektiğine inanılır. Tıpkı komünist ülkelerde halkın proleter bilinci kazanana kadar Komünist Parti’nin işçiler adına geçici olarak yönetime el konulması düşüncesine benzer bu anlayış.
[8] Söz edilenin Talat Aydemir cuntası olduğunu belirtir Başgil. Oysa bu Cunta, içinde Aydemir’inde olduğu daha büyük bir örgütlenmedir: Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB). SKB, 6 Haziran 1961 tarihinde Milli Birlik Komitesi’nin içinden ancak MBK’ye muhalif İstanbul merkezli general ve subayların kurdukları bir örgütlenmedir. SKB, seçimlerin yapılmasına sıcak bakmayan, iktidarı sivillere teslim etmek istemeyen ve ordu içinde giderek güçlenen bir gruptur.
[9] Türk siyasal hayatının muhafazakâr bir bakışla yazılması gerektiğini doğrulayan ve sayısız örneği de bulunan bir başka değerlendirme daha.
KAYNAKLAR
Ahmad, Feroz (2010), Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, 4. Baskı, (çev. A. Fethi),
Hil Yayınları, İstanbul.
Aydın, Suavi ve Taşkın, Yüksel (2015), 1960’tan Günümüze Türkiye Tarihi, İletişim yayınları,
İstanbul.
Başgil, Ali Fuad (1960), İlmin Işığında Günün Meseleleri, (der. A. Hatipoğlu, İ. Dayı), Yağmur
Yayınları, İstanbul.
Başgil, Ali Fuad (1990), Ali Fuat Başgil’in Anıları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul.
Başgil, Ali Fuad (2006b), 27 Mayıs İhtilali Sebepleri-Görüp Yaşadıklarım, 2. Baskı, Yağmur
Yayınları, İstanbul.
Turan, Osman (1980), Vatan Yolunda, Nakışlar Yayınevi, İstanbul.