Tevfik ERDEM
Tüm Yazıları28 Şubat darbesinin Türkiye’deki siyasi kültür açısından ne anlam ifade ettiği dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Bakanlar Kurulu siyasi bir müessesesidir. Ama MGK devlettir” sözünden anlaşılabilir. Siyaset bilimdeki hükümet ve devlet ayrımı[1], devletin hükümeti de kapsayan tüm kurumlarına işaret ederken hükümet, devletin bir parçası olarak görülür. Hükümetlerin geçiciliğinden söz edilirken devletin sürekli bir varlık olduğunun altı çizilir. Ancak hükümet ve devlet arasındaki farklılık ama temel geçişkenlik ilişkisi, hükümetin devlet otoritesinin işlemesini sağlayan araç olmasında yatar. Yani hükümet devletin “beyni”dir ve devletin mevcudiyetini devam ettirir. İlişkinin boyutu, hükümetin devlet aygıtını kullanan şoför benzetmesiyle de ifade edilir. Demirel’in MGK’yı devletle eşitlemesi MGK’nın ne anlama geldiğine dair bir betimlemeyi zaruri hale getiriyor.
Kökleri daha eskiye dayansa da Milli Güvenlik Kurulu (MGK), parlamento üzerinde denetim yapmak amacıyla siyaset dışı bir vesayet kurumu olarak 1961 Anayasası ile siyasî tarihteki yerini almıştır. Siyasetçilerin kontrol edilmedikleri zaman ülkeyi nereye götürecekleri (!) konusunda endişesi olan akademisyenler tarafından hazırlanan anayasa uyarınca vücut bulan MGK, 1982 Anayasasının 118. Maddesi ile alınan kararların tavsiyeden çıkıp, bağlayıcı olmaya başladığı bir kurum haline dönüşür[2]. Anayasa hukukçusu Doğan[3], MGK’nın 1982 sonrası 1961’den daha güçlü olduğunu belirttikten sonra kurul için şunları söyler: “(MGK) hükümete milli güvenlik politikaları ile ilgili tavsiye görüşü bildirmeye yetkilidir. Ancak kurulun tavsiyeleri uygulamada talimatların siyasi iktidarca hayata geçmesi şeklindedir.”
MGK’nın önemi, devlete yönelik iç ve dış tehditleri belirleyerek bu tehditlere karşı Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) hazırlaması ve bunu hayata geçirmesidir. Nitekim 28 Şubata doğru yol alınırken, MGK tarafından 9 Ocak 1997 tarihinde yürürlüğe giren Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği MGK ve MGK Genel Sekreterliğinin görev alanını genişletmiştir. Terörden etnik ve dini çatışmaya oradan depreme kadar her alanda MGK Genel Sekreterliği krize müdahale adı altında güç alanını genişletmiştir. Bu yönetmelik, altında başbakanın imzası olduğu için darbenin meşru bir zemin içinde, hukuk kurallarının yerine getirilmesi olarak okunmuştur.
MGK Genel Sekreterliği 28 Şubat süreci boyunca birçok farklı psikolojik harekâtla da anılmıştır. Bunun nedeni, askeri bir müdahaleyi halkın gözünde meşrulaştıracak gerekçe arayışıdır. Darbeler ya rejim ya da terör endişesi ile darbe yapma gerekçelerini açıkladıkları için bu başlıklar altında meşruiyet sorununu çözecekleri gelişmelere ihtiyaç vardır. Ancak dikkat edilmesi gerekir ki, darbeciler için esas olan halkın gözünde onun meşrulaştırılmasıdır yoksa kendileri için yapılan eylem hem meşru hem de yasaldır. Kamu kurumlarına verilen brifingler, Batı çalışma Grubunun (BÇG) faaliyetleri, andıçlar[4], memurların fişlenmeleri, gece yarısı bir medya ordusuyla sapkın tarikat şeyhinin şehvetinin esiri olmuş genç kızı kurtarma baskınları, bazı işletmelerin irticacı diye fişlenmesi vb. psikolojik harekâtın birer parçasıdırlar. “Basında ve kamuoyunda sıkça tartışılan MGK Genel Sekreterliğince icra edilen psikolojik harekât faaliyetleri, 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu ve Yönetmeliği’ne istinaden uygulanmıştır[5].” MGK Genel Sekreterliği tarafından hükümeti irtica destekçisi olarak gösterip, halkın din duygularını sömüren tarikatların filizlenmesine ve gelişmesine zemin hazırladığı için masum insanların din duygularını sömürdüğünü ortaya koymak. Hükümetin açtığı alanda halkı ve masum dindar kadınları şehvetli tarikat liderlerinin nasıl sömürdüğünü ifşa etmek. Bunu yaparken de, tıpkı ABD’nin ilk Irak işgalinde ABD askerlerinin saldırılarını canlı yayınla yüzmilyonlarca insana anında sunduğu gibi, sapkın tarikat lideri ile onun ağına düşürdüğü masum başörtülü Müslüman kızı bir haberci ordusuyla geceyarısı baskın yaparak kamuoyuna sunmaktır. Ali Kalkancı’nın vasıfsız bir boşgezer, Fadime Şahin’in uygun bir konu mankeni, sahneyi ayarlayanın meşhur travesti Sisi (Seyhan Soylu) olması çok da önemli değildir. İnsanların televizyonda gördükleri kıllı vücuduyla yarı çıplak bir tarikat lideri ve onun ağına düşmüş, kamera karşısında mahremiyetine tecavüz edilmiş bir başörtülü kızın sunulmuş olmasıdır esas olan. Bu sahnenin alıcısının ne kadar çok olduğu, söz konusu aktörlerle ilgili programların en çok izlenen programlar olduğundan anlaşılmaktadır.
Aczmendi tarikatı üyeleri ellerindeki asaları ve selefi giyim tarzları ile 1960’lı yılların hippilerini hatırlatan aktörler gibidir. Fondaki Rock şarkıyla dans eden hippilerle zikrederek kendinden geçip ritmik vücut hareketleri sergileyen Aczmendiler arasındaki benzerlik vurgulanır bazı programlarda. Sahne, zikir halindeki Aczmendilerle 60’lı yılların hafif marihuanna çekmiş gençleri arasında ilişki kurulmasıyla devam eder. Ancak benzerlik bu kadar değildir, Aczmendiler de 28 Şubatta görevlerini yaptıktan sonra tıpkı hippiler gibi buhar olurlar.
Tekrar Demirel’in “MGK Devlettir” sözü üzerinden 28 Şubat süreci okunmaya devam edilirse onun bu ifadesini nasıl yorumlamak gerekir?
Demirel’in bu dönemde yaptığı açıklamalara ya da görüştüğü siyasetçi-gazetecilerin aktardıklarına bakılırsa, hepsini söylemiş görünüyor. Zira daha baştan 25 Aralık 1995 milletvekili genel seçimleri sonrası ortaya çıkan tablodan hareketle görevi “huylandığı[6]” RP’ye vermek istemediği görülüyor. Demirel ile Erbakan’ın eskiden beri birbirlerini tanıdıkları düşünüldüğünde husumetin tarihi de ortaya çıkıyor: “Benim kadar kimse bu adamı tanıyamaz. Ta üniversiteden beri. Şimdi bu gelir, görevi alır, gider sağa sola başvurur, başaramaz…[7]” . Tabii Demirel’in ona karşı tavrının arkasında, bir yandan ordunun diğer yandan ordunun harekete geçirdiği (gerçi ordu işaret etmese de RP’ye karşı gönüllü olarak bayrak açan bir medya ordusunun varlığından söz etmek gerekir) “medya baskısını[8]” hesaba katmak gerekir.
28 Şubat süreci sadece ordunun demokrasi düşmanlığı ile yorumlanacak bir vaka değil aynı zamanda RP’nin hatalarından da söz etmek gerekir. Bu hataların başında siyasi acemiliğin altını çizmek gerekir. Daha sonra çeşitli itiraflarda da altı çizilen bu husus, devleti tanımama eleştirisi ile devam etmektedir. Bu anlamda Milli Görüşçüleri II. Meşrutiyet sonrası İttihatçılara benzetmekte beis yok gibidir. RP’nin diğer hata başlıkları şu şekilde sunmak mümkündür:
İran’ın Türkiye’deki siyasi kültürde oluşturduğu karşılığı hesaba katmamak RP’ye pahalıya patlayacaktır.
28 Şubat her ne kadar siyasi bir süreç olarak değerlendirilse de başlangıcı ve sonuçları itibariyle kaçınılmaz ekonomik boyuta sahiptir. 28 Şubat, Shilsci-Mardinci anlamda merkezi temsil eden sermaye gruplarına (TÜSİAD) karşı Anadolu Kaplanları-sermayesi olarak adlandırılan grupların alan geliştirmelerine karşı bir engellemedir. Yeşil sermaye olarak adlandırılan bu, yeni yeni güçlenen başta MÜSİAD olmak üzere sermaye grupları, kamu ihalelerinden dışlandıklarında kendilerine yeni bir alan olarak ihracat pazarları oluşturmuşlar ve bu da onların hem kültürel hem de ekonomik yeni orta sınıflar haline gelmelerine katkı sağlamıştır. Bu girişimci grupların bir sonraki nesli muhafazakar burjuva sınıfı olarak kültürel iktidar alanında da söz sahibi olmak isteyecekler ve Türkiye’nin yeni muhafazakar orta sınıfını oluşturacaklardır.
28 Şubat sürecinde ordu içerisinde bir yanda şahinler varken diğer yanda komuta kademesinin başındaki İsmail Hakkı Karadayı gibi süreci daha düşük yoğunluklu gerilimle sürdürmek isteyen genelkurmay başkanı vardır. Sincan’da tank yürüterek demokrasiye balans ayarı yapma fikri genelkurmay ikinci başkanı Çevik Bir’in odasında Kara K. K. Köksal ve Deniz K. K. Erkaya’nın bulunduğu toplantıda alınır. Bu toplantıda Genel Kurmay Başkanı İsmail H. Karadayı yoktur. Bu olay 21 Mayıs 1960 tarihinde Harp Okulu öğrencilerinin meşhur “sessiz yürüyüş”ünden dönemin genelkurmay başkanının haberinin olmamasına benzer.
Karadayı sadece Sincan vakasına dair toplantıda değil aynı zamanda Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan toplantıda da yoktur. Onunla şahinler arasındaki ana fark, onun gerilimi tırmandırmak yerine değişim ve baskı sürecini zamana yayarak krizi aşmaktır oysa Çevik Bir’in başı çektiği ekip adeta devrimsel bir değişim peşindedir.
Karadayı’nın “açıkça darbeye karşı olduğu, buna karşılık, İkinci başkan (Çevik) Bir’in bulunduğu “şahinler” grubunun sonuna kadar gidilmesinden yana olduğu[10]” dile getirilmektedir çeşitli toplantılarda.
Karadayı’nın endişesi, kendisinin ikinci bir Rüştü Erdelhun olmasıdır[11]: “Nizamiyeden döndük. Güç tuttum. En büyük kaygım, Rüştü Erdelhun durumuna düşmekti.” Sadece bu benzetme bile ordunun en üst kademesinde yer alan bir kişinin darbe ile karşı karşıya kaldığında başına gelecek kâbusun ne olduğunu ve aslında nasıl bir tehditle karşı karşıya kaldığını da gösterir. Rüştü Erdelhun, 1958’de Genelkurmay Başkanı olan ve 1960 darbesinde darbecilerin darbenin başına geçmesi için telkinde bulundukları, bunu kabul etmeyince de (emekli Kara K. K. Cemal Gürsel getirilecektir) darbe sonrası rütbesi sökülüp er haline getirilen bir komutandır. Darbe mahkemelerinde idamla yargılanıp cezası ömür boyu hapse çevrilen Erdelhun ancak 1964’de Gürsel tarafından affedilen gizli bir demokrasi kahramanıdır.
Karadayı hakkında, 28 Şubat darbecilerine yönelik yargılama sürecinde tutuklu Çevik Bir’in kendisine yönelik, ‘soruşturulması amacıyla suç duyurusu’nda bulunması sonrasında gözaltı kararı çıkarılmıştır[12]. Yargılama neticesinde müebbet hapse mahkûm olan Karadayı, yaşlılık ve hastalık nedeniyle adli kontrol şartıyla serbest kalmıştır.
Karadayı’nın kendisiyle ilgili Erdelhun benzetmesi gerçeklerle pek uyuşmaz, örneğin, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde yürütülen hukuk dışı faaliyetleri deşifre eden onbaşı Sarımsak davasında soruşturma başlatmak yerine, İçişleri Bakanı Meral Akşener’e, olayı açığa çıkaran Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu’nu görevden almasını söylemiştir.
28 Şubat Sonrası Siyasette Yol Haritası
Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinden sonra Demirel yeni hükümeti kurma görevini zaten aralarında gerilim olduğu sır olmayan Çiller yerine, gerginliği yatıştırma ve askeri teskin etme adına Yılmaz’a vermiştir. Tabii bu arada Demirel’in şapkasından çıkan bir miktar milletvekili DYP’den ayrılarak H. Cindoruk başkanlığında kurulan Demokratik Türkiye Partisi’ne (DTP) geçmişlerdir. Böylece hem asker hem de Demirel’in doğrudan ve dolaylı yönlendirmeleriyle yeni hükümeti kuracak partiler belirginleşmiştir: ANAP-DSP-DTP.
Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinden sonra kurulan ANASOL-D hükümeti 28 Şubat kararlarının takibini yapmak dışında hiç bir özelliğe sahip olmayan, kısa ömürlü ve operasyonel bir hükümettir ki yine Demirel’in şapkasının içinden çıkmıştır. Şapkadan önce Cindoruk sonra da parti çıkmıştır. ANASOL-D hükümeti döneminde “406 sayılı MGK kararına MGSB’ye istinaden, “rejim aleyhtarı irticai faaliyetlerle mücadele” amacıyla, Başbakanlık bünyesinde “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTTK)” kurulmuştur[13]”.
28 Şubat sonrası siyasetin yeniden dizaynında öncesinde olduğu gibi etkili olan Demirel, yıllar sonra 28 Şubat tartışmaları ile ilgili olarak şaşırtmayan şu ifadeleri kullanmıştır[14]:
“Şimdi 28 Şubat’a darbe diyorlar. Neresi darbe? Ne olmuş 28 Şubat’ta? Parlamento fesh mi edilmiş? Hükümet alaşağı mı edilmiş? Siyasi partiler mi kapatılmış? Milletvekilleri mi tutuklanıp götürülmüş? Ne yapılmış? Bunlar yapılmamış, 28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu toplanmış, kararlar almış. Bunları herkes imzalamış ve sonra da uygulanmış. Hükümet görevinin başında kalmış. 3,5-4 ay sonra istifa etmiş. Anayasaya göre yenisi kurulmuş. Buna darbe denilmez… 28 Şubat MGK toplantısı Anayasa’nın 118. maddesine göre yapılmıştır. Kararlar 118. maddeye göre alınmıştır ve 2009 yılına kadar da uygulanmıştır.”
Yasal ve meşru olan arasındaki ince ayrım siyasi karar alımında karar alıcının pozisyonunu belirler. Demirel 1994 yerel seçimleriyle çevreden merkeze doğru ilerleyen RP’nin 1995 genel seçimlerinde birinci parti çıkmasından hem kendisinin hem de askerin rahatsız olmasından hareketle yıllar boyu siyaseten beslendiği muhafazakar, mütedeyyin kitleye karşı daha farklı bir kimlikle “işte çağdaş Türkiye!” kimliğiyle çıktı eski şapkadan. Yeni Demirel aslında eskisinden çok da farklı olmayan yere, zamana ve zemine göre hareket eden biriydi, ancak muhafazakar kesime daha mesafeli hale geldiği çeşitli açıklamalarından belli oluyordu, örneğin üniversitelerdeki başörtü sorunu karşısında, onları Arabistan’a gönderecek kadar mutasyon geçirdiği açıktı. Bu noktada Demirel’in 28 Şubat sürecindeki rolünü en iyi ifade eden benzetme, bu sürece karşı en sert tepkiyi gösteren ve Batı Çalışma Grubuna (BÇG) na karşı Demokrasi Çalışma Grubunu kurup, darbecilerin yargılanması için dava açan Hasan Celal Güzel’den gelir[15]: “Demirel bu sefer 12 Mart’taki gibi şapkasını alıp gitmedi. Ama cumhurbaşkanı olarak bu defa başına asker şapkası giydi.”
______________________________________________________
[1] Heywood, Andrew (2006) Siyaset, Liberte, (çev. B. Berat Özipek vd.), Ankara, s.126
[2] (TBMM)Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu (2013), s. 154.
[3] Doğan, İlyas (2019), Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Astana, Ankara, s. 192
[4] 28 Şubat’ın psikolojik harekâtlarından biri de andıç skandalıdır. PKK’nın iki numaralı adamı Şemdin Sakık’ın itiraflarına eklenen sahte belgeler marifetiyle bazı gazeteciler PKK ile işbirliği içinde hareket ediyormuş gibi gazeteci Uğur Dündar’ın programında ve Hürriyet ile Sabah gazetelerinde yayımlanır. Ancak daha sonra olayın Çevik Bir tarafından planlanan bir kumpas olduğu ortaya çıkar.
[5] (TBMM)Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu (2013), s. 157.
[6] Arcayürek, Cüneyt (2003), 28n Şubat’a Adım Adım, Bilgi yayınevi, İstanbul, s. 238.
[7] Arcayürek 2003:244
[8] Arcayürek 2003:239
[9] Cemal, Hasan (2010), Türkiye’nin Asker Sorunu, Doğan Kitap, İstanbul, s. 232
[10] Cemal 2010: 233.
[11] Cemal 2010: 245.
[12] https://www.milliyet.com.tr/gundem/genelkurmay-eski-baskani-karadayiya-28-subat-sorgusu-1650568
[13] (TBMM)Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu (2013), s. 155.
[14] https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/fikret-bila/28-subatta-yapilan-yanlis-bir-sey-yoktur-1652600
[15] Cemal 2010: 242.
Güncel Yazıları
“Onlara Ait Her Şeyi Tümüyle Yok Et… Hepsini Öldür” Tevrat: Yasanın Tekrarı (Tesniye)..
30 Ekim 2023
Almanların Nazi/Faşizm Sevdasının Faturasını Müslümanlar Ödemek Zorunda Mı?
27 Ekim 2023
“Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı”
20 Ekim 2023
Mutlak Kötülük ve Zorba Devlet
14 Ekim 2023
Öğrenilmiş Acziyet, “Aksa Tufanı” ve Şu Bizim Ezik Aydınımsılar
09 Ekim 2023
12 Eylül ve NATO (ya da ABD)
12 Eylül 2023
Bale ve Opera ile AK Parti’yi Terbiye Etmek
24 Ağustos 2023
Muhalefet Dağınık, Yerel Seçimler Çantada Keklik (mi?)
22 Ağustos 2023
Ekrem Nereye Koşuyor?
18 Ağustos 2023
CHP İçindeki Kaostan İyi Parti’nin Kendi Sahasında Top Çevirmesine
14 Ağustos 2023
Suç ve Ceza İlişkisizliği : Esenyurt Saldırısı ve Diğerleri
01 Ağustos 2023
Zihni Batının İşgalinde Olanların Arap Düşmanlığı
26 Temmuz 2023
Bir İşgal Operasyonu: 15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi
14 Temmuz 2023
Konser İptallerini Karşı Devrim Olarak Okumak
12 Temmuz 2023
CHP Kabuk Değiştirebilecek mi?
05 Temmuz 2023