12 Eylül darbesini daha baştan Soğuk Savaş döneminin son darbesi varsaymak doğal olarak bundan sonra meydana gelecek olan darbelerin arkasında yatan gerekçelerin veya darbe yapmaya neden olduğu iddia edilen zeminin daha farklı olduğunu anlamayı gerektirir. 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırası ile 15 Temmuz darbe girişimini bu bağlamda anlamlandırmak ve konumlandırmak daha gerçekçidir.
12 Eylül darbesi Türkiye’de 1970’li yılların sonlarına doğru giderek artan siyasi ve ekonomik krizlerin, günlük hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelen terör olaylarıyla birleşmesi sonucu halkın gözünde adeta meşru ve beklenen bir darbe olarak görülmüştür. Darbecilerin anılarında belirttiği gibi, birçok siyasetçi bürokratın da orduyu darbe yapmaya teşvik ettiği görülmektedir. Darbeyi halkın gözünde bu kadar meşru pozisyona getiren ise, hayatın olağan parçası haline gelen terör olayları ve bu olaylarda her gün onlarca insanın hayatını kaybetmesinin sıradanlaşmasıdır.
Darbe döneminin sıcaklığının geçmesi ona yönelik daha soğukkanlı analiz ve eleştirilerin yapılmasına neden olmuştur. Bu eleştiriler özellikle siyasetçilerin (Ecevit, Demirel vb. gibi) altını çizdiği, terör olaylarını önlemede ordunun işlevsel biçimde kullanılmadığı ya da terörü önlemede ordunun çok da istekli olmadığı yönündedir. Bu eleştiri, terörü önlemeyerek darbeyi halkın gözünde meşru ve beklenen bir girişim haline getirme şeklinde yorumlanır. Demirel’in ifadesiyle “ne oldu da 11 Eylül’de var olan terör 13 Eylül’de sona erdi, Genel Kurmayın elinde ne yoktu da terör önlenemedi?” sorusu sorulur. 12 Mart 1971 Muhtırasında olduğu gibi 12 Eylül darbesi de Demirel başbakan iken yapılır. Demirel yıllar sonra yaptığı açıklamalarda darbecilerin terör olaylarına göz yumduklarını ve bunun arkasında yatan nedenin de Kenan Evren’in Çankaya’ya çıkma (Cumhurbaşkanı olma) isteği olduğunu belirtir. “Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren’in Çankaya’ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır. Yani Evren Çankaya’ya çıksın diye 11 Eylül günü kanlar akıyordu ve maalesef, 13 Eylül’de onun için durmuştu[1].”
1980 darbesine sebep olan terör ve meydana gelen anarşi başlıca üç farklı alanda kendini gösterir[2]: İdeolojik, mezhepsel, etnik. Türkiye’de bu üç farklı çatışma alanından her biri farklı dönemlerde ön plana çıkarılmaktadır. Örneğin ideolojik çatışma alanı, 1960’lı yılların sonlarından itibaren üniversitelerde solcu gençlerin kurdukları başlangıçta gençlik dernekleri ama sonradan terör örgütüne dönüşen yapılarla başlar. Bu sol terör örgütlerinin başlattıkları terör ve saldırılara milliyetçi ve muhafazakâr gençlerin tepki ve karşı koymalarıyla devam eden süreç, 1980’li yıllara doğru hem sol-sağ çatışması hem de sol örgütlerin kendi içinde etnik ve ideolojik parçalanmalardan dolayı ortaya çıkan çatışmalarla birlikte giderek daha fazla kızışır. Bu çatışma alanlarından herhangi birinin nasıl ön plana çıkarılarak Türkiye’de karışıklık çıkartılabileceğinin birçok örneği vardır. Nitekim 12 Eylül öncesi Maraş ve Çorum’da mezhep çatışması ortaya çıkarmak isteyen operasyonların benzerleri, 12 Mart 1995’de İstanbul Gazi Mahallesi’nde farklı bir senaryo ile tekrarlanmaya çalışılmıştır. Sol ve sağ arasındaki geçişkenlik ve yumuşama ya da apolitizasyon bu alandaki şiddetin varlığını azaltırken üçüncü çatışma alanı olan etnik çatışmalar ise, sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yeni çatışma alanı olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye’de bu çatışma alanlarının her üçünde de çatışmayı körükleyen ve kaşıyan bir yapının varlığı sık sık dile getirilir. ABD’nin Sovyet (ideolojisi komünizmin) yayılmasına karşı İtalya ve Yunanistan gibi ülkelerde bir yeraltı örgütlenmesi olarak inşa ettiği ve İtalya’daki deşifre olan adıyla anılan Gladyo’nun farklı ülkelerde farklı isimlerle ama aynı amaçlarla oluşturulduğu ortaya çıktı. Türkiye’de de 12 Eylül’e giden süreçte meydana gelen çatışmaların bazılarında Gladyo’nun Türkiye’deki izdüşümü olan ve Kontrgerilla olarak adlandırılan örgütlenmelerin etkili olduğu iddia edilmiştir. Bu iddialardan biri örneğin 1970’li yıllarda dönemin başbakanı B. Ecevit tarafından dile getirilmiştir.
Türkiye’deki darbelerle ABD arasındaki ilişki de, bu örgütlenme (Gladyo) ya da onun Türkiye’deki uzantısı olduğu iddia edilen Özel Harp Dairesi Başkanlığı (ilk adı Seferberlik Tetkik Kurulu) ile ilgilidir. Bu ilişki kabaca şu şekilde izah edilir: Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesiyle birlikte içinde yer aldığı ideolojik kamp, SSCB ve onun ideolojisi komünizme karşı ortaya çıkan kamp idi. SSCB’nin yayılma politikalarına karşı NATO bünyesinde kurulan Gladyo (Kontrgerilla) türündeki örgütlenmeler, bu örgüte bağlı ülkelerde sol hareketlerin yayılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Nitekim 12 Mart 1971 ve 12 Eylül darbelerinin arkasında ABD’nin aranmasının ana gerekçelerinden biri her ikisinin de esasta güçlenen sol hareketlere karşı yapılmış olmasıydı. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesi NATO’nun (gerçekte ABD’nin) Gladyo (Kontrgerilla) aracılığıyla doğrudan dâhil olmak zorunda olduğu darbeydi. Öyleyse yukarıda vurgulandığı gibi 12 Eylül darbesi içerdeki “yıkıcı ve bölücü mihrakların” gücünü arttırması, anarşi ve terörün günlük hayatı yaşanmaz hale getirmesiyle doğrudan ilgili değildi ya da bunların sonucu olarak darbe gerçekleştirilmiyordu. Darbenin yapılma nedeni dış nedenlerdi ve bunlar yani “anarşi ve terör” o nedenlerin sonucu olarak ortaya çıkıyordu.
12 Eylül darbesi, 1970’lerin son yıllarında meydana gelen bazı olayların NATO için bölgesel güvenlik sorunları ortaya çıkarmasıyla birlikte, Türkiye’nin odak noktası haline gelmesiyle ilgilidir. Bunlardan ilki, İran’da 4 Kasım 1979 tarihinde Batı yanlısı Şah rejiminin İslami bir yönetim biçimine doğru dönüşmesini sağlayan devrimle yıkılmasıdır. İkinci önemli bölgesel güvenlik sorunu, 26 Aralık 1979’da Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edilmesidir. 1979 Yılı aynı hat üzerinde yer alan Türkiye’de sol terör örgütlerinin sokakları kontrol altına almaya çalıştığı, çeşitli şehirlerde kurtarılmış bölgeler kurduğu yıllardır. Bu yıllarda “Batı kamuoyunda sorulan soru ‘sıra Türkiye’de mi?’ idi… Doğu Batı ilişkilerinde İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana çok önemli bir yeri bulunan Türkiye’nin kaybedilmesi sadece bölgenin değil dünyanın güvenlik sistemini çökertecek bir gelişme olarak görülmekteydi. Bunun için Türkiye’nin Batı ittifakı içinde tutulması ve güçlendirilmesi gerekiyordu[3]” Bu hat üzerinden devam edildiğinde Yunanistan, Albaylar Cuntası (1967-1974) olarak adlandırılan dönemin sonunda yani 1974’de Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine NATO’nun tepkisiz kalmasını bahane ederek aynı yıl NATO’dan çıkmıştı. İki yıl sonra geri dönmek isteyen Yunanistan, Türkiye’nin ambargosuna takılıyordu. Kenan Evren bu ambargonun Türkiye’ye verdiği ekonomik zararlardan anılarında söz edecektir[4]. 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra Türkiye ikna edilir ve Yunanistan 20 Ekim 1980 tarihinde NATO’ya tekrar dâhil edilir. 12 Eylül böylece NATO için sadece Türkiye’de meydana gelebilecek olası bölgesel güvenlik açığı sorununun sonu değil Yunanistan’la ilgili sorunun da sonu anlamına gelmiş olur. Tabii bu arada CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze’nin malum gece ABD Başkanına ilettiği ‘Bizim çocuklar yaptı’ ya da Ankara’daki çocuklar yaptı’ ifadesini bu bağlantı için eklemeye gerek yok çünkü konuyla ilgilenen herkesin malumu.
12 Eylül ile ilgili dolaylı bir ilişki de belki 24 Ocak 1980’de alınan meşhur kararlarla ekonomik politikalarda meydana gelen ray değişikliğidir. Bu kararlarla birlikte Türkiye serbest piyasa ekonomisine doğru yol almak istiyordu ancak mevcut terör ortamı ve grevler zaten ciddi ekonomik sorunlar yaşayan Türkiye’nin böyle bir ray değişikliğini istikrarlı biçimde sağlamasını mümkün hale getirmesi çok zordu. Bu yüzden güçlü bir yönetime ihtiyaç duyulacaktı, güçlü bir tek parti yönetimi mümkün olmadığına göre seçenek askeri bir yönetimdi belki de.
12 Eylül 1980 darbesi görüldüğü üzere sadece iç sebeplerle açıklandığı takdirde izahı yetersiz görünen bir darbe olarak görülebilir. Bu nedenle 12 Eylül darbesini, Soğuk Savaş döneminin ideolojik kamplaşmasında NATO’nun bölgesel güvenlik açıklarını tamir etmek için askerin müdahale edildiği ya da önünün açıldığı bir darbe olarak görmek mümkündür.
[1] Nokta Dergisi’nde S. Demirel ile yapılan mülakat (18 Kasım 1990 aktaran Çetin Yetkin(2011), Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika, 5. Baskı, Kilit Yayınları, Ankara, s175 )
[2] Hale, William (2014), Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev. A. Fethi, Alfa Tarih, İstanbul, s.272. Hale bu analizi George S. Harris’den aktarır.
[3] Dursun, Davut (2018), Türkiye’nin Siyasi Hayatı, Beta Yayınları, İstanbul, s. 246-247.
[4] Kenan Evren’in Anıları, Milliyet Gazetesi, 1 Kasım 1990.