Tevfik ERDEM

Tevfik ERDEM

Tüm Yazıları

Türkiye'de Darbe ve Müdahalelerin Kısa Tarihi

15 Temmuz 2019, Pzt
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

İktidarı, şiddeti de içerebilecek biçimde güç uygulayarak değiştirme pratiğinin Türkiye’deki köklerinin Osmanlı geçmişine dayanan izdüşümleri olduğu, bunun arkasında da güçlü merkezi devlet yapısı üzerinden toplumu dizayn ve ülke yönetimini elinde bulundurma isteğinin yattığı görülecektir. Buradan hareketle Türkiye Cumhuriyetinde her on yılda bir tekrar eden darbelerin (iktidarın şiddete dayalı biçimde el değiştirmesi anlamında)  Osmanlı geçmişinde de oldukça sık tekrar ettiği görüldüğünden bu süreci bir gelenek yani “darbe geleneği” olarak görmek mümkündür. Ancak darbeleri gelenek kavramı ile birlikte zikretmek darbelerin meşruiyetini kabul etme anlamına geleceğinden bu tür bir ifade kullanmaktan kaçınılması gerektiği düşünülmelidir.

Darbe (coup de etat), şiddeti de içerebilecek biçimde kuvvet uygulayarak ordu (ya da ordu destekçisi gruplar) marifetiyle hükümeti yıkmak, değişmesini sağlamaktır. Örneğin 27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri müdahaleler darbedir.

Arapça uyarmak, dikkat çekmek kökünü ifade eden ‘ihtar’ kelimesinden türetilen muhtıra ise, uyarı yazısı anlamına gelir. Örneğin 12 Mart 1971 tarihinde mevcut hükümete belli konularda ihtarda bulunan ordunun girişimi tarihte 12 Mart Muhtırası olarak bilinir. Darbeden farkı görüldüğü gibi hükümetin ikaz edilmesi dışında hükümetin alaşağı edilmesine yönelik fiili bir harekâtın olmamasıdır.

Türk siyasi hayatı bir de 28 Şubat 1997 süreciyle anılan ‘Postmodern darbe’ ifadesiyle tanışmıştır ki bu dönemde ordunun hükümete yönelik muhtıra niteliğindeki açıklamaları bir ordu mensubunun diliyle bu anlamı kazanmıştır. 12 Mart ve 28 Şubat muhtıralarının bir özelliği, doğrudan hükümeti devirme hedefi olmadığı (onları ihtar etmekle yetinme amacıyla sınırlı-imiş- gibi görüldüğü) halde mevcut hükümetlerin değişmesine neden olmalarıdır.

Yine bir hususun daha altını çizmek gerekmektedir o da (askeri) darbe ve ihtilal arasında farkın olduğudur. Bu farkı belirtme ihtiyacının arkasında yatan neden, 27 Mayıs darbesinin kendini bir ihtilal olarak tanıtmış olmasıdır. İhtilal (revolution), darbeden farklı olarak şiddet yoluyla sadece mevcut hükümeti değil aynı zamanda siyasi düzeni (rejimi) de değiştirir. Ayrıca ihtilaller darbelerde olduğu gibi bir grup azınlığın değil büyük bir çoğunluğun eseri olarak vücut bulurlar. Örneğin Fransız İhtilali ve Bolşevik İhtilali tarihin nadir ihtilallerindendir ve geniş halk kesimlerini arkasına alarak köklü sistem (rejim) değişiklikleri yapmışlardır.

Darbe karşılığı olarak görülebilecek müdahalelerin Osmanlı köklerine bakıldığında, bunların gerçekleşme sebebinin yenilik (modernleşme) çabalarından rahatsız olan ya da yeniliklerin kendi menfaatlerini engelleyeceğini düşünen kesimler (başta yeniçeriler olmak üzere) tarafından yapıldığı görülmektedir

Osmanlının yenileşme çaba ve gayretlerinin arkasında yatan ana neden askeri alanda meydana gelen yenilgiler sonrası hem idari hem de ekonomik alanda yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğine dair bir inanç ve ihtiyacın doğmasıdır. Bu çabalar kabaca III. Selim dönemi ile başlatılır ancak yazının teması ekseninde biraz daha gerilere gidildiğinde mevcut değişim talep ve icraatlarının ne tür müdahaleler doğurduğuna dair örnekler de görülecektir. Bu örnekleri şu şekilde sıralamak mümkün

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ DARBELER

Osmanlı dönemindeki darbelerden bahsederken bir anakronizme düşüldüğüne dair hatalı algılamayı ortadan kaldırma adına, Osmanlı dönemindeki darbelerle anlatılmak istenenin, merkezi iktidarı temsil eden padişah ya da sadrazamların şiddet yoluyla değiştirilmesi olduğunu belirtmek gerekir. Tarihsel sıra ile şiddete dayalı biçimde iktidar değişikliğini darbe ile karşılayabilecek şu örneklerden bahsetmek mümkündür, elbette ki örnekler çoğaltılabilir.

Genç Osman Vakası (20 Mayıs 1622):

İmparatorluğun yenileşme çabalarına ihtiyaç duymasına sebep olan hususların başına askeri başarısızlık ve yenilgilerle tanışma sürecinin başlaması gelmektedir. Bu başarısızlığın arkasında ise, yeniçerilerin düzensizliği, başıbozukluğu, kural tanımazlığı vb. vardır. Yeniçerilere düzen vermek isteyen Genç Osman, 1622 yılında ayaklanan yeniçeriler tarafından Yedikule Zindanı’nda öldürülür. Bu olay Osmanlı tarihinde ordunun (yeniçerinin) gerçekleştirdiği ilk şiddet yoluyla iktidar değişikliği (darbe) olarak yorumlanır.

Patrona Halil ayaklanması (28 Eylül 1730)

Bu isyanın arkasında da artan vergiler, kaybedilen savaşlar vardır. III. Ahmet döneminin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın lüks ve israfı ile bilinen Lale Devri’nin sonunu getiren isyan, bir anlamda halkın kendi yoksulluğu karşısında sarayın lüks ve israfına bir tepkiydi. Yeniçeri Ocağında ıslahat yapılacağı düşüncesine yeniçerilerin karşı çıkmasıyla birlikte tepki isyana döner. İsyanın başını çeken eski yeniçeri Patrona lakaplı Halil halkı ve esnafı tahrik ederek ayaklandırıp yeniçerileri de kendilerine kattıktan sonra isyan son halini alır.

İsyancılar padişahtan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, donanma komutanı kaptan-ı derya Kaymak Mustafa ve Şeyhülislam Abdullah Efendinin de bulunduğu otuz yedi kişinin kendilerine teslim edilmesini isterler. Bu gelişmeler üzerine Padişah III. Ahmet katli istenen devlet adamlarını görevden alır. Sonunda III. Ahmet isyanı sona erdirmek için kardeşi Mustafa’nın oğlu Şehzade Mahmud’a saltanatı bırakır. 

Kabakçı Mustafa İsyanı (25 Mayıs 1807)

İsyan ordudaki yenileşme (Nizam-ı Cedid) çabalarına bir tepki olarak görülebilir. Yeniçeri yamaklarının Kabakçı Mustafa öncülüğünde önde yer aldığı isyanda arka planda ise Şeyhülislam Ataullah Efendi yer alır. 20 bine yakın Nizam-ı Cedid askeri karşısında birkaç yüz yamakla (buna Harp Okulu öğrencisi diyebilirsiniz)  başlayan isyan III. Selim’in kifayetsizliği ve acizliği yüzünden başarılı olur ve 29 Mayıs 1807’de IV. Mustafa tahta geçirilir.

Kuleli Vakası (14 Eylül 1859)

Süleymaniyeli Şeyh Ahmed kendisine bağlılık yemini eden asker ve bürokratlarla Fedâiler Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurar. Bu cemiyet (örgüt), Abdülmecid'i devirip Abdülaziz'i tahta geçirmek için plan yapar ancak 14 Eylül 1859 tarihinde Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplantı halinde iken bir hükümet baskınıyla (aslında ihbarla) yakalanırlar. İsyancılar Kuleli Kışlası’na (Kuleli Askerî Lisesi) konulur. Soruşturma ve yargılama burada yapıldığından olay Kuleli Vak‘ası adıyla tarihe geçer. İktidarı kurdukları gizli bir dernekle (cunta?) değiştirmek isteyenlerin başarısızlığını anlattığından ilk başarısız darbe girişimi olarak da anılabilir.

Abdülaziz'in tahttan indirilmesi (30 Mayıs 1876)

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin arkasında dönemin sadrazamı (başbakanı), şeyhülislamı, seraskeri (genelkurmay başkanı) ve adalet bakanının ittifakı vardır. Dolmabahçe Sarayı’nın karadan ve denizden kuşatılması sonrasında Abdülaziz tahttan indirilerek yerine V. Murat Osmanlı Devleti tahtına çıkarılır.

II. Meşrutiyet (24 Temmuz 1908)

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC), Rumeli vilâyetlerinde başlattığı ayaklanma ordunun baskısıyla bir rejim değişikliğiyle sonuçlanmış Abdülhamit Meşrutiyet’i tekrar ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan II Meşrutiyet hem bir ihtilal hem de bir darbe olarak görülür. Bir ihtilaldir çünkü monarşiyi meşruti monarşiye dönüştürerek rejim değişikliğine sebep olmuştur.

31 Mart Vakası (13 Nisan 1909)

Meşrutiyetin ilanının üzerinden henüz bir yıl geçmeden 13 Nisan 1909’da İstanbul’da alaylı askerler bir isyan başlatır. Başında Derviş Vahdeti’nin olduğu ve halktan da destek alan bu ayaklanma 13 gün sürer. 31 Mart olarak geçme sebebi olayın Hicri takvimle 31 Mart 1325 tarihinde geçmesidir. Rumeli’den gelen Hareket ordusu isyanı bastırır. Vaka-i Hayriye’den beri İstanbul’da ilk kez bu kadar kan akmıştır, isyana destek veren medrese öğrencilerinin çoğu öldürülür ve artık İttihatçıların iktidarı (1909-1918) başlamış olur.

Halaskâr Zabitan Bildirisi (16 Temmuz 1912)

1912 Sopalı seçimleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne (İTC’ye) muhalefetsiz bir meclis sununca meclis dışı muhalefet olarak askerler devreye girmiştir. Haziran 1912’de İTC’ye karşı olan askerler İstanbul‘da ‘Halaskâr Zabitan‘ (Kurtarıcı Subaylar) adı altında örgütlenmeye başladılar. İTC’nin rakibi Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı destekleyen bu subaylar bir muhtıra yayımlayarak ülkenin çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını belirttiler. 16 Temmuz’daki muhtıra ile İttihat ve Terakki yanlısı hükümeti (Mehmet Said paşa hükümeti) istifaya zorladılar. Asıl amaçları askerin siyasete karışmasını engellemekti ancak tersi oldu.

Meşrutiyet beklenen kardeşlik idealini hayata geçirmediği gibi azınlıkların zaten bilenmiş etnik milliyetçi kimliklerinin giderek daha da keskinleşmesine neden olmuştur. Bu da İTC’yi muhalefete ve etnik milliyetçi taleplere karşı da daha sert bir milliyetçi politikaya itmiştir.

Bab-ı Ali baskını (23 Ocak 1913)

Balkan Savaşı ile Avrupa Türkiye’nin kaybedilip Edirne’nin kaybedilme aşamasına gelinmesi büyük bir tartışma yaratır. İTC üyeleri mevcut hükümetin politikalarının yetersizliğinden rahatsızlığını dile getirerek Sadrazam Kamil Paşa hükümetini sorumlu tutarlar. İTC üyeleri Bab-ı Ali’yi (hükumet binası) basıp Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) Nazım Paşa’yı öldürürler. Enver Bey,  Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kamil Paşa‘nın kafasına tabanca dayayıp, istifa mektubu yazdırır. Bu baskın ile başta Harbiye Nazırı Nazım Paşa olmak üzere on bir kişi öldürülür.

CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNDE DARBELER

Cumhuriyet Türkiye’sinde darbenin arkasında yatan en büyük meşruiyet unsuru, 1934 tarihli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesidir. Bu madde, TSK’nın vazifesini “cumhuriyeti koruma ve kollama” olarak tanımamaktadır. Devleti dış düşmanlara karşı korumakla görevli ordu, Türkiye’de siyasi kültürün bir yansıması olarak kendisini (irtica, komünizm vb. gibi) iç düşmanlar karşısında da görevli addetmektedir. Bu tanım cumhuriyetin tehlikeye girdiğini düşünen ordu mensuplarına meşruiyet sunuyor şeklinde yorumlanmış ve cumhuriyet dönemindeki her darbede bir dayanak olarak ileri sürülmüştür.

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetleri Kanunu’nun 13/7/2013 tarihinde yapılan değişiklik ile, kanunun 35 ve 36. Maddelerinde şöyle bir değişiklik yapılarak darbelere dayanak olan “cumhuriyeti korum ve kollama görevi, yurtdışından gelecek tehditlerle ilişkilendirilmiş ve TSK’nin vazifesi yeniden tanımlanarak harp sanatını öğrenmek ve öğretmek olarak gösterilmiştir.

Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır. Madde 36 – Silahlı Kuvvetler, harb sanatını öğrenmek ve öğretmekle vazifelidir. Bu vazifenin ifası için lazımgelen tesisler ve teşkiller kurulur ve tedbirler alınır (http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.4.211.pdf, erişim tarihi 14.7.2019).

27 Mayıs 1960 Darbesi

27 Mayıs darbesi aslında bağıra bağıra gelen bir darbedir ancak daha önce şahit olunmayan örneği bulunmayan cumhuriyet siyasetçileri için ama özellikle de Menderes için tüm uyarılara rağmen öngörülemeyen bir durumdur. 1960 Darbesini hazırlayan etmenlerden biri de, 27 Nisan 1960 tarihinde, yayın yasağı ve siyasi faaliyetleri takip ve onlarla ilgili karar alma gücüne sahip olan Tahkikat Komisyonunun (TK) kurulmasıdır.

CHP’ye göre, bu komisyon aracılığıyla Demokrat Parti (DP)’nin hedeflerinden biri de CHP’yi kapatmaktır. Ancak Demirel, DP dönemini analiz ettiği çalışmasında (2011:324), CHP’yi kapatma ya da milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırma gibi bir niyetin olmadığını, tersine, gösterilen tepkilerin artmasından dolayı zamanla bir yumuşama eğilimine girildiğinin bile söylenebileceğini belirtir.

TK tarafından hazırlanan ve başbakana 25 Mayıs’ta teslim edilen “raporun ana tezi, CHP’nin kaos yaratarak iktidara gelmeyi amaçladığıdır. Türk milletine önereceği hiçbir şey kalmadığı için adım adım kanun dışı yolları zorlamak ve gayri meşru zeminlere kaymak CHP’nin iktidara gelmek için kullanabileceği tek yoldur ve bu nedenle 1957 seçimlerinden sonra ayaklanma ve isyan stratejisini uygulamaya koymuştur” (Demirel 2011: 325).

“TK’nın kurulması ile başlayan olaylar zinciri iki parti arasında iplerin kopmasını beraberinde getirmiştir. Muhalefet açısından TK bardağı taşıran son damladır” (Demirel 2011:328). İsmet İnönü’nün 18 Nisan 1960 tarihinde mecliste yaptığı konuşma ihtilal teşvikçiliği olarak yorumlanacaktır (Demirel 2011:328-329) : “Eğer insan hakları yürütülmez, vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa ihtilal behemehal olur…beni dinleyin biz böyle bir ihtilal içinde bulunmayız. Böyle bir ihtilal bizim dışımızda bizimle münasebeti olmayanlar tarafında yapılacaktır. …bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam” (Demirel 2011:328).

18 Nisan’daki konuşmadan 10 gün sonra 28 Nisan’da İstanbul Üniversitesinde meydana gelen öğrenci olayları darbeye yeşil ışık yakan zinde kuvvetleri ayartan bir başka gelişmedir. Ali Fuat Başgil 27 Mayıs darbesini anlattığı eserinde darbenin, hocaların kışkırttığı öğrencilerin ayaklanması ile başladığını belirtir.

CHP’nin desteği ile gerçekleşen kitlesel gösterilerin etkisi darbeye giden süreçte ayrı bir öneme sahiptir.  555K olarak bilinen eylem İstanbul’daki 28 Nisan öğrenci ayaklanmasının Ankara’daki izdüşümüdür. 555K yani 5. ayın (Mayıs), 5. Günü Saat 5’t e Kızılay’da toplanılarak gösteri yapılacaktır.

Darbeye önemli gerekçelerden biri DP’nin otoriterleşmesiydi. DP’nin otoriterleşmesine sebep olan iki önemli dış değişimden söz edilebilir (Akşin 2008: 218-219); İlki 14 Temmuz 1958 yılında Irak’ta yapılan askeri darbedir. “DP iktidarına göre, Irak Devrimi dıştan desteklenen yıkıcı bir faaliyetti. Muhaliflere göre ise, istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanmaydı” (Akşin 2008:219). Bir de Menderes ve ırak devlet başkanı arasındaki samimi ilişkiyi ve darbe sonrası Türkiye’nin neredeyse Irak’a askeri müdahalede bulunulacağı düşünüldüğünde nasıl bir analoji ile karşı karşıya kalındığı daha iyi anlaşılabilir. “Muhalefet Irak Devrimi’ni doğru bulduğuna göre, benzerini Türkiye’de yapabilir, onun için daha da baskı altına alınmalıdır diye düşünülmüştür” (Akşin 2008:219). İkinci dış gelişme, Fransa’da 2. Dünya Savaşı’nın karizmatik subayı De Gaulle’ün başbakanlığı ve parlamenter sisteme son vererek kendisiyle anılacak olan yarı-başkanlık sistemini getirmesiydi. “De Gaulle, savaşta elde etmiş olduğu karizmatik önder durumundan yararlanarak, bir çeşit ‘demokratik diktatör’ oldu… Menderes… 21 Eylül’de İzmir’de De Gaulle düzenini örnek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görevlilerine bası yapılırsa demokrasiye paydos deneceğini de belirtti” (Akşin 2008: 220).

Bakan Samet Ağaoğlu’nun Menderes’e, “hep orduya dayandık güvenlik güçlerine önem verebilirdik. Ordu bir gün bize karşı ayaklanırsa karşı koyacak örgütlü gücümüz yok” şeklindeki yakınması Platon’un 2000 yıl önce yazdığı Devlet adlı eserinde yakındığı görüşten farklı değildir. Platon aynı soruyu, “bizi koruyuculardan kim koruyacak?” şeklinde söylerken bu sorunun ne kadar zaman ve mekândan bağımsız olduğunu gösterir.

Subayların hayat standardının düşüklüğü de onları darbeye iten ayrı bir sebep olarak gösterilir.

Başgil’e (2006) göre, darbeye giden yolu açan ve darbenin başarılı olmasının arkasında yatan halk desteğinin kaybetmesinin arakasında iki gerekçe vardır: İlki “Milliyetçiler Derneği’ni ikincisi ise, Milli Nizam Partisi’nin kapatmasıdır.

1950 yılından itibaren on yıllık bir süreyle iktidarı elinde bulunduran Demokrat Parti’nin askeri bir darbeye maruz kalmasının sebepleri olarak özetle şunlar ileri sürülür:

  • Atatürk devrimlerine karşı bir karşı devrim niteliğinde uygulamaları gündeme getirmesi, örneğin daha iktidara geldiği ilk yıllarda ezanın Arapça aslına döndürülmesiyle başlayan süreç ayrıca radyoda Kur’an okunmaya başlanması.
  • Vatan Cephesi’nin oluşturulması, Vatan Cephesine katılanların listesinin her gün düzenli olarak devlet radyosundan ilan edilmesi.
  • Askerlerin ekonomik durumlarında meydana gelen kötüleşme: Ordu mensuplarının ücretlerinin düşmesi büyük bir hoşnutsuzluk yaratmıştı. Apartmanların bodrum katları subay katları olarak anılıyordu.
  • 1960 yılında kurulan Tahkikat Komisyonu ile doruk noktasına ulaşan toplumu ve muhalefet partisi CHP’yi geren pratikler.

İlk darbeci gruplaşmalar:

Ordu içindeki darbe hazırlıkları 1950’lerin ortasından itibaren yeşermeye başlamıştır. İlk cunta, faaliyetleri hükümetin bu konudaki duyarsızlığı nedeniyle zamanla genişler. İlk cuntalardan biri Atatürkçüler Derneği’dir. Atatürkçüler Derneği 1955’de Binbaşı Faruk Güventürk ve Yüzbaşı Dündar Seyhan tarafından İstanbul Harp Akademisi’nde kurulur. Dernek üyelerinin birçoğu 1960 Darbesine katılmıştır. Grubun darbeci girişimleri 1957’den sonra yoğunlaşır. Ancak üye Binbaşı Samet Kuşçu grubu ihbar edince, 26 Aralık 1957’de 9 subay tutuklanır, 26 Mayıs 1958’de serbest kalırlar ancak ihbarcı binbaşı iftira suçundan iki yıl hapis cezası alır (Ünsaldı 2008: 64-65).

TSK’deki ilk darbeci örgütlenme 1954’de İstanbul’da topçu yüzbaşılar Seyhan Dündar ve Orhan Kabibay tarafından başlatılır. Sonra diğerleri onlara katılır. Aynı dönemde ikinci grup Ankara’da Kurmay Albay Talat Aydemir başkanlığında toplanır. 1957 yılında iki komite birleşir. Darbe için 1958 Şubat ayı öngörülür ancak Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu’nun itirafı üzerine darbe ertelenir ( Gürsoy 2012:132)

27 Mayıs darbesi, emir komuta zinciri içinde yapılmadı yani darbeyi yapan 38 kişilik ekip, siyasilerden önce genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun ve hava kuvvetleri komutanı Tekin Arıburun’u tutukladı.

1960 darbesini gerçekleştiren subayların demokrasi, ülke yönetimi gibi konularda mutabık olduğunu söylemek mümkün değildir. Onları bir araya getiren en önemli etken DP’nin devrim karşıtı icraatları ve demokrasinin işleyişindeki aksaklıklardı. CHP’nin izlediği sert muhalefet DP’yi daha da sertleştiren siyasete ittikçe darbe için uygun zemin üretilmiş oluyordu. DP muhalefeti olma dışında ortak noktalı olmayan darbecilerin darbe sonrası aralarında uzlaşamamaları sonrası darbeci grubun içinde meydana gelen ilk çatlak 14’ler olayıyla ortaya çıkmıştır. Darbe sonrası hızla tekrar demokrasiye geçmeyi düşünenlerle (Cemal Madanoğlu grubu) cumhuriyetin kurucu değerlerinin içselleştirilmesine kadar iktidarda kalınması gerektiğini belirtenler (14’le grubu ki A. Türkeş vd. bu gruptaydılar) arasında bir gerilim meydana gelmiştir. Bu gerilimde baskın olan Madanoğlu grubu, 14’leri çeşitli yurtdışı görevlere gönderince Madanoğlu’nun grubu, 13 Kasım 1960 günü 14’ler olarak anılan grubu tasfiye etmiştir. Ancak bu tasfiye cuntacı grubun homojenleştiği anlamına gelmiyordu çünkü “14’lerin tasfiyesinden sonra, demokrasi anlayışları ve parlamentoyu vesayet altında tutma konusunda farklı görüşleri paylaşan gruplar cuntalaşmaya başlamıştı. Bu bağlamda daha önce İstanbul ve Ankara cuntaları (grupları) ortaya çıkmıştı. Ayrıca …Albay Talat Aydemir’in başını çektiği bir başka “Albaylar Cuntası” da dikkati çekmektedir (Aydın ve Taşkın 2015:86).

Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) ve Aydemir Vak’asına Giriş

1961’de Milli Birlik Komitesi (MBK) başkanı Cemal Madanoğlu darbe içinde darbe yapar ve daha milliyetçi ve yönetimi sivillere biraz daha geç teslim etmeyi düşünen 14 subayı (14’ler olarak bilinirler) tasfiye eder. Bu durum darbe içinde meydana gelen ilk darbedir ancak henüz sular durulmamış ve genç subaylar tam olarak amaçlarına ulaştıklarını düşünmediklerinden siyaset ve asker ilişkisi kaynamaya devam etmiştir.

Darbeye karşı darbe:

15 Ekim 1961 seçim sonuçları darbecilerin istediği gibi bir sonucu ortaya çıkarmamıştı. Darbeciler sandığa müdahale edememişlerdi. Bayar hapishaneden doğrudan Adalet Partisine (AP) oy verilmesini işaret ediyordu. Demokrat Parti'nin halefleri konumundaki Adalet Partisi (AP), Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) oyların yüzde 60'ını aldı. Sonuçlar herkes tarafından şaşkınlıkla karşılandı. CHP yüzde 36.74, AP yüzde 34.80, CKMP yüzde 13.95, YTP yüzde 13.72 oranlarında oy almıştı. Cumhuriyet devrimlerine karşı bir karşı devrimin temsilcisi olan DP’ye karşı yapılan darbe sonuç vermemişti çünkü halk onun devamı (halefi) olan AP’ye oy vererek darbeyi boşa çıkarmış oluyordu. Darbenin ruhuna aslında darbecilerin kendisine doğrudan bir meydan okumaydı halkın yaptığı.

 Bu durumda darbenin (ya da kendi ifadeleriyle devrimin) bütün kazanımlarının tekrar kaybedileceği endişesi, üst rütbeli subay ve generallerin (F. Güventürk, F. Gürler, R. Tulga gibi) İstanbul’da kurduğu Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB)’nin “İstanbul ve Ankara grupları 21 -22 Ekim 1961 ‘de “İlerici 27 Mayıs Devrimi”nin getirilerinin tehlikede olduğu gerekçesiyle doğrudan bir askeri müdahaleyi öngören İstanbul ve Mürted politikalarını imzaladılar” (Ünsaldı 2008:77). Amaçları 25 Ekim’de açılacak meclisin açılmasını engellemek ve seçimi iptal etmekti. Bu gelişmeler üzerine Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, 23 Ekim'de dört kuvvet komutanının da içinde bulunduğu 24 general ile olağanüstü görüşür. Ardından Orgeneral Cemal Gürsel 23 Ekimi 24 Ekim'e bağlayan gece parti liderleri Çankaya Köşkü'nde darbe lideri Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında bir araya getirildi. Onlara SKB’nin muhtıra niteliğindeki 21 Ekim kararları gösterildi. Bu durumu çözüme kavuşturmanın yolunun Cemal Gürsel'in Cumhurbaşkanı, İnönü'nün ise Başbakan olmasının kabul edilmesiydi. Böylece SKB’nin gölgesi altında genelkurmay başkanı cumhurbaşkanı oluyor ve hükümeti kurma görev İsmet Bey’e veriliyordu.

Albay Aydemir’in başarısız darbe girişimleri (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963)

1961 seçimleri ile birlikte DP’nin devamı olan Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisinin (YTP) aldığı yüksek oy MBK’nin dışında ondan daha keskin subayların yer aldığı Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) üyeleri tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Yönetimi sivillere bırakma konusunda çok istekli olmayan SKB bu durumdan çok rahatsız olduğu ve buna yönelik nasıl bir politika izlediği görülmüştü. Silahlı Kuvvetler Birliğinin MBK’nin önüne geçtiği hatta darbe içinde bir darbenin gölgesinin sezildiği bu dönemde dikkat çeken isimlerden biri Talat Aydemir’dir.

Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir'in 16 Kasım 1961'de sonrada ve 21 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’de kalkıştığı başarısız darbe girişimleri, Aydemir ve Fethi Gürcan'ın idamıyla sonuçlanır.

Doğan Avcıoğlu gibi ordu gibi zinde güçler üzerinden sol bir hükümet oluşturma gayreti olanların Talat Aydemir ile irtibatları vardı. 21 Şubat Aydemir darbesi nedeni ile 1962-1963 de Harp Okulu mezun vermemiştir.

12 Mart 1971 Muhtırası

Bu darbenin meşruiyet zeminini sağlayan meydana gelen özellikle sol gençlik gruplarının meydana getirdiği terör olaylarıdır. 12 Mart Muhtırasını darbeyi önleyen bir muhtıra olarak görmek gerekir zira 9 Mart 1971'deki darbe girişimi ancak komuta kademesinin karşı muhtırasıyla durdurulabilmiştir. Bu dönemde orduda radikal genç subayları temsil eden Muhsin Batur-Faruk Gürler cuntası konuşulmaktadır. Gençlik örgütleri de bu cuntayla ilişkilenmiş ve Doğan Avcıoğlu'nun fikirlerinden etkilenen bir grup 9 Mart 1971'de "sol Kemalist" darbe hazırlığına girişmiştir.  Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, MİT'in ihbarıyla darbe hazırlığını önler ve 12 Mart'ta hükümete muhtıra verir.

On yıl önce gerçekleşen 27 Mayıs darbesi üç sağ siyasetçinin idamıyla sonuçlanmıştı, 12 Mart'ı izleyen günlerde darağacında bu kez üç solcu genç vardı: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan. Bir sağdan ve bir soldan idamlar 12 Eylül 1980’de zaman aşımı olmaksızın gerçekleşecekti.

12 Eylül 1980 Darbesi

1980 darbesi iç karışıklık, terör olaylarının ülkeyi yaşanılamaz hale getirmesi, siyasi istikrarsızlığın had safhaya varması ki bir örneği, 115 tur yapılmasına rağmen hala cumhurbaşkanının seçilemediği 1980 yılıdır, ekonomik kriz vb. gibi güçlü gerekçelere yaslanarak yapılır.

İdamların, tutuklamaların, işkencelerin, sonrasında terör örgütlerine katılımcı sağlayacak uygulamaların birçoğunun kaynağıdır 12 Eylül 1980 darbesi. 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla, birlikte ithal ikameci politikaların yerini liberal ekonomik politikalara bırakacağı ancak bu kararları hayata geçirecek güçlü hükümetlere duyulan ihtiyacın darbenin Amerika tarafından desteklenmesinin bir gerekçesi olarak gösterilir ve görülür. Yine 1979 İran İslam Devriminin devrim ihracının önüne geçmek amacıyla da bu darbenin yapıldığı belirtilir.

28 Şubat 1997 (Postmodern darbe)

1994'teki yerel seçimlerin galibi Refah Partisi, 1996'da da DYP ile koalisyonun ortağı olarak Refah-Yol hükümetini kurdu. Milli Nizam Partisi ile başlayan Milli Görüş geleneği dini referansları güçlü bir parti olarak ordunun "irtica" refleksi vermesine neden oldu. Genelkurmay'da Batı Çalışma Grubu (BÇG) kurularak dini oluşumlar takip ve kontrol altına alınarak yıldırılmak istendi. Ankara-Sincan’daki Kudüs temalı bir tiyatro oyunu gerekçe gösterilerek 1997 Şubat'ında Sincan'da tanklar yürütüldü, 28 Şubat'ta ise askerler 9 saatlik MGK'da hükümete 18 maddelik muhtıra verdi. Muhtıra sonrası hükümet değişti, Refah Partisi kapatıldı, insan haklarına aykırı birçok uygulama evrensel ve özgür düşüncenin merkezi olan üniversiteler olmak üzere kamu kurumları ve kamusal alanda yaşandı.

27 Nisan e-muhtırası

2002 sonrası Türk siyasal hayatında farklı bir renkle ortaya çıkan AK Parti, 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kriz yaşadı. 27 Nisan 2007’deki ilk tur oylamanın ardından "367 teziyle" seçim Anayasa Mahkemesi'ne taşınırken, Genelkurmay'ın internet sitesinde o gece e-muhtıra olarak da anılan bir bildiri yayımlandı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın yıllar sonra "Ben yazdım" dediği bildiri dönemin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün adaylığı laiklik üzerine abanılarak eleştiriliyordu. Lakin Ak Parti hükümetin bildiriye yönelik cevabı çok sert oldu, peşinden de meşhur "Dolmabahçe görüşmesi" gerçekleşti. 22 Temmuz'da erken seçime gidildi, AK Parti oylarını yüzde 34’den % 47'ye çıkardı.

15 Temmuz 2016 Başarısız İşgal Girişimi

Ak Parti hükümetinin 27 Nisan e-bildirisi ile atlattığı ilk başarısız darbe hazırlığı 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı olayları ile farklı bir kulvarda devam eder. Yabancı basının canlı yayınlarla dünya kamuoyuna cilalayarak sunduğu bu olaylardan da istediği sonucu alamayan çevreler nihai hedefleri Başbakan Erdoğan’ı iktidardan indirmek ve uluslararası mahkemelerde yargılamak olan planlarını hayata geçirdiler. 7 Şubat 2012 tarihinde Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırma operasyonuyla başlayan süreç 17-25 Aralık operasyonları ile devam etmiş 1-19 0cak 2014 tarihlerinde MİT tırlarına yönelik operasyonlarla devam etmiştir. MİT gözetimindeki tırlar Adana ve Hatay’da durdurulmuş ve FETÖ’cü savcının yürüttüğü operasyon kısa süre içinde uluslararası medya organlarına servis edilmiştir. MİT tırlarının durdurulmasıyla eş zamanlı şekilde Türkiye’nin terör örgütlerine destek olduğu yönünde kara propaganda çalışmaları başlatılarak Türkiye terör örgütlerinin destekçisi olarak gösterilmiştir. Hükümetin aldığı kararlar çerçevesinde kamu kurumlarından tasfiye edilmeye başlayan örgüt son olarak NATO’cu subaylarla işbirliği içinde 15 Temmuz gecesi başarısız bir darbe girişiminde bulunmuştur.

15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişimi kahraman halk, ordu içinde darbecilerle savaşan kahraman askerler ve kahraman emniyet güçlerinin direnişi sonrasında başarısız darbe girişimi olarak şüphesiz Türkiye’de hafızalardan uzun yıllar silinmeyecek bir iz bırakmıştır. Ancak bu darbe girişiminin özellikle sivil bir tepki ve direnişle bastırılması unutulmayacak bir öneme sahiptir. Halkın darbecilere karşı gösterdiği direniş takdire değerdir. Özellikle Batılı ülkelerin Türkiye’nin demokrasi yolunda mesafe alması için üst perdeden nasihat etmelerine karşılık, demokratik düzeni değiştirmeye yönelik bir darbe girişimine sıradan vatandaşın gösterdiği tepkiyle demokrasinin varlığının sürdürülmesine yönelik katkısına hiçbir övgü ya da takdir gelmemiştir. Bu sessizlik Türkiye’deki darbe girişimlerinin arkasında bazı ülkelerin istihbarat servislerinin varlığı tartışmasını bir kere daha hatırlatmaktadır.

15 Temmuz başarısız darbe girişimi Cumhuriyet tarihinde halkın sokaklara dökülerek darbeyi önlediği bir girişim olarak tarih sahnesindeki yerini alacaktır. Türkiye için bu noktada dikkate değer bir yorum, darbeye karşı direnenlerin daha çok Türkiye’deki aydın-elit kesim tarafından sürekli hor ve değersiz görülen muhafazakârlar olmasıdır. Oysa bu döneme kadar muhafazakârlar genelde henüz bireyleşmemiş, modernleşmemiş, özgürlüğüne pek de meraklı olmayan, demokratik siyasi kültür bilincine erişemeyip, cemaat siyasi kültürüne hapsolan bağımlı değişkenler olarak görülmüşlerdir. Başlı başına darbe süreci onları bağımsız değişken haline getirmiş değildir zaten yanlışlık da buradadır çünkü onlar zaten bağımsız değişkendirler. Bu durum, muhafazakârlara yönelik algının ne kadar taraflı ve sosyal gerçeklerden uzak olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır. Çünkü onlar 15 Temmuz ile bir yandan siyasi iradelerine sahip çıkarken diğer yandan ülkelerinin bağımsızlığı ve kendi özgürlüklerini ne ölçüde karakter olarak içselleştirdiklerini göstermişlerdir.

Kaynakça

Başgil, Ali Fuat (2006), 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, 2. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul.

Demirel, Tanel (2011), Türkiye’nin Uzun On Yılı, Demokrat Parti İktidarı ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Gürsoy, İdris (2012), Dokuz Subay Olayı, Kaynak Yayınları, İzmir.

Koçak, Cemil (2008), “Siyasi Tarih”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908- 1980, 4. Cilt, Cem yayınevi, İstanbul.

Ünsaldı, Levent (2008), Türkiye’de Asker ve Siyaset (çev. O. Türkay), Kitap Yayınevi, İstanbul.

Akşin, Sina (2008), “Siyasi Tarih (1950-1960)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908- 1980, 4. Cilt, Cem yayınevi, İstanbul.

Bu site içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu sitede yer alan SDE'nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli'nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE'nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA