Doç. Dr. Güray Alpar
Geleceğin ne olacağını bilemeyiz ama eldeki verilere göre, nasıl olacağı hakkında tahminlerde bulunabiliriz. Bu ise ancak güçlü bir bilgi birikimi ve stratejik düzeyde bir öngörü ile mümkün olabilir. Günümüzde giderek hızlanan Küreselleşme sürecini ve değişimi sosyolog ve düşünür Berman (1940-2013), geçen yüzyılın düşünür ve yazarlarına dayanarak, “katı olan her şey buharlaşıyor” şeklinde tanımlamıştı. Ona göre “modernlik”, daha kuruluşundan itibaren kendi yıkımının da dinamiklerini içerisinde barındırıyordu ve katı olanın durmadan eridiği, sürekli değişen bir dünyada, kendini ayakta tutmak için bir mücadeleyi de ister istemez beraberinde getiriyordu.
Tabi ki her şey değişiyor ve doğal olarak güç merkezleri de kendini yenilemeye çalışmasına rağmen, ister istemez zamanını doldurup değişecek. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Şimdilerde yeni güç merkezlerinin ortaya çıktığının emarelerini açıkça görüyoruz ve bu durum giderek hız kazanıyor. Mücadele devam ediyor ve edecek. Her faaliyetin bir de “faraziyesi” var. Faraziyeler önemlidir. Gereği yapılmaz ve faraziye ortadan kalkarsa plan çöker. Faraziyeleri çökertmek de ister istemez bilgeliğe ihtiyaç duyuyor.
Bugüne kadar güç merkezleri, ABD hariç, genelde Avrasya kıtasından çıkmıştır. ABD’nin güç merkezi haline gelmesi de Avrupa’daki güç merkezlerinin kendi arasındaki mücadeleleri ve birbirlerini zayıflatmaları ile mümkün olmuştur.
Avrupa’nın güçlü ülkeleri, 1800 yılında dünya yüzölçümünün %35'ini kontrol ederken, bir yüzyıl sonra, 1914 yılında yaklaşık %85'ini kontrol eder hale gelmişti. Ancak bu güç sarhoşluğu onların, ABD’nin yeni bir merkez olarak ortaya çıkışını görmelerini engellemişti. 1900’lü yılların başında, muazzam bir büyüklüğe ve zenginliğe ulaşmış olan İngilizler, her iki dünya savaşını da kazanmalarına rağmen, yıpranması dolayısıyla, savaşlara sonradan dahil olan, yıpranmamış ABD karşısında bu konumunu kaybetmek durumu ile karşı karşıya kalmıştı.
ABD’nin bir güç merkezi olarak ortaya çıkması ise II. Dünya Savaşından sonra belirgin bir hal aldı. II. Dünya Savaşı bittiğinde Amerika, dünya ekonomik üretiminin %35’ine sahipti ve kendini o kadar güçlü hissediyordu ki, dünyaya kendi tercihlerine göre şekil vermesi kaçınılmaz görünüyordu. 29 Ekim 1956 tarihinde İngiliz ve Fransız birlikleri Süveyş Kanalını ele geçirince, Soğuk Savaş yıllarında pek rastlanılmayan biçimde, Amerika ve Sovyetler aynı anda tepki gösterdi. Mısır lideri Enver Sedat bu olaydan sonra, 19 Kasım 1956 tarihinde, “Bugün dünyada Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği olmak üzere sadece iki büyük devlet var. Ültimatom, artık ne büyük ne de güçlü olan İngiltere ve Fransa’yı hak ettikleri yerlere oturttu.” diyordu.
Aslında İngilizlerin bir güç merkezi olarak uygulamaya çalıştığı Jeopolitik esasların, fazla bir değişikliğe uğramadan aşağı yukarı ABD tarafından da uygulandığına tanık oluyoruz.
İngiliz teorisyen Mackinder, “Avrasya çağında Kalpgah’a hâkim olan, aynı zamanda güçlü bir donanmaya sahip olursa, Britanya ve ABD tarafından kontrol edilen dünyayı arkadan kuşatabilir.” görüşünü ileri sürmüştü. Ona göre jeopolitik strateji, Doğu Avrupa ve Sibirya üzerinden Rusya ve Orta Asya’yı kapsayan bölgenin denetim altında tutulması gerektiriyordu. Mackinder, “Kalpgah’a hakim olan, aynı zamanda güçlü bir donanmaya sahip olursa, Britanya ve ABD tarafından kontrol edilen dünyayı arkadan kuşatabilir.” de demişti.
Amerikalı Spykman’ın, II. Dünya Savaşından bugüne kadar uygulanan ve “ABD’nin Avrupa, Ortadoğu ve Doğu Asya bölgelerini kontrol etmek suretiyle Avrasya Kalpgahı’nın gücünü sınırlandırabileceğini” ileri süren “Kenar Kuşak” teorisinin de bundan çok farklı olduğu söylenemez. Aynı husus, Mackinder’in ortaya attığı ve “İngilizler açısından en önemli politika hedefi, Almanya ve Rusya’nın bir araya gelmesini ve bunlardan herhangi birisinin Doğu Avrupa’yı kontrol etmesini engellemektir. Bu nedenle bu iki gücün arasına tampon devletler oluşturulmalıdır.” düşüncesinde ve uygulamasında da geçerli olmuştur. Aynı şeyleri tekrar yaşamak ise olaylardan ders alınmadığının en önemli göstergesi.
Vietnam başarısızlığı ABD’nin “Tek Kutuplu Dünya” arzusunu engellemişti. Ancak ardından, Afganistan örneğinde olduğu gibi, Sovyetler Birliğinin yayılmacı arzuları bu ülkeyi yıpratınca, 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldı ve dünya yeni bir aşamaya geldi.
Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama, 1992 yılında yazdığı “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabı ile Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından, Amerikan liberalizminin zaferini ilan etmekte gecikmedi. Ancak durum hiç de öyle Fukuyama’nın sandığı gibi değildi. Bunun içindir ki hemen ardından Samuel P. Huntington, rakipsiz kalan Batı’nın çökeceğini ve bu nedenle de yıkılan Sovyetler Birliği’nin yerine yeni düşmanlar yaratmak gerektiği tezini ileri sürdü.
Huntington’un burada bahsettiği “Batı”’nın, gerçekte ABD olduğu da açıktı. Huntington bu tezini ilk olarak 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan bir makalesinde ele almış, ardından da 1996 yılında çalışmasını genişleterek, “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” ismi ile kitaplaştırmıştı. Aslında Huntington’un ileri sürdüğü teze dair kavramları daha öncesinde, Arnold Toynbee’, “Medeniyetler Çarpışması” şeklinde hemen hemen aynı anlamda kullanmıştı. Bernard Lewis ise 1990 yılında yayınladığı “Müslüman Öfkesinin Kökenleri” isimli makalesinde, Müslümanların Batı dünyasına yönelik ‘nefretinin’ nedenlerine dair tespitlerde bulunmuş ve olası bir medeniyetler çatışmasının ‘Müslümanlar ve Batı’ arasında yaşanacağını savunmuştu. Huntington yaptığı ise bu görüşleri, kafasında daha da somut bir düşmanlık haline getirerek, açıkça, ABD siyasetine zemin hazırlamış ve yeni dönemde çatışmaların kültürel ve dini temelli olacağını vurgulamıştı. Zaten bundan sonra, Avrasya bölgesinde yaşanan acıların ve sıkıntıların da temeli, bu acımasız suni düşünceler doğrultusunda gerçekleştirilen savaşlar olmuştur.
Daha önce, bugüne kadar güç merkezlerinin, ABD hariç, Avrasya kıtasından çıktığını söylemiştik. Bunun asıl nedeni bu bölgenin bir güç merkezi olmak için gerekli olan zorunlu koşulları bünyesinde barındırmasından dolayıdır. Bu noktada şu tespiti de göz önünde bulundurmakta fayda vardır. Avrasya kıtası dışındaki bir gücün, bu konumunu devam ettirmesi için iki ana esas gerçekleşmelidir. Bunlar;
-Avrasya içinden bazı güç merkezlerini müttefik olarak yanına almak,
-Avrasya içinden kendisine karşı koyabilecek güç merkezlerinin ortaya çıkmaması için, ülkeleri birbirine düşürmek ve birbirine karşı kullanmak.
Zaten Avrasya bölgesinde önce İngilizlerin, ardından da ABD’nin uyguladığı “stratejiler” de “faraziyeler” de tam olarak budur. Avrupa’daki bazı ülkeler “ittifak” adı altında ABD ile hareket etmiş, etmediğinde Sovyet ve Rus korkusu yaratılarak yanında tutulmuş, Avrasya kıtasında ülkeler arasında yaratılan suni sorunlarla, bu ülkeler birbirinin gücünü yok edecek şekilde yönlendirilmiştir. Bu durumun sona ermesinin ise farazileri etkisiz hale getirecek şekilde bir iradeyi ortaya koymakla mümkün olacağı açıktır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, ABD’nin tek başına dünyayı dizayn etme anlayışına karşı, en önemli tepkilerden birisini, Rusya Devlet Başkanı Putin’in 2007 yılındaki, Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında görüyoruz. Putin bu konuşmasında, ABD'nin küresel ilişkilerdeki tekelci hakimiyetini ve "uluslararası ilişkilerde neredeyse kontrol altına alınamayan aşırı güç kullanımını" sert bir şekilde eleştirmiş ve tek kutuplu dünya düzeninin yarattığı acılara vurgu yaparak “Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra, aynı zamanda imkânsız olduğu kanaatindeyim.” demişti. Bu konuşma her ne kadar Rus ve ABD’li yetkililer tarafından reddedilse de yeni bir Soğuk Savaş döneminin başlangıcı ve tek güce dayalı dünya düzeninin reddedilmesi anlamına geliyordu.
Bu konuşmadaki eleştiri dozunun sonraki yıllarda daha da arttığına şahit oluyoruz. Bu durumu Putin’in 2004 yılında oluşturulan Valdai Uluslararası Tartışma Kulübünün, 25 ülkeden uzmanların katıldığı, 2014 yılındaki toplantısında, daha açık bir şekilde görmek mümkün.
Burada vurgulanan hususlar şu şekilde özetlenebilir:
-II. Dünya Savaşı sonrası yaratılan uluslararası sistem ciddi bir şekilde parçalandı ve deforme oldu. Model başından itibaren kusurlu. Ahlaki yönü zayıf. Uluslararası ve bölgesel siyasi, ekonomik ve kültürel iş birliği örgütleri de zor zamanlardan geçiyor.
-Soğuk Savaşın sözde galipleri, dünyayı kendi çıkarlarına ve kendi evrensel reçetelerine göre yeniden şekillendirmeye ve bunu sanki bütün dünyanın arzusuymuş gibi sunmaya çalışıyor.
-Bu durum soğuk savaş yıllarında olduğu gibi sahte düşmanlar yaratıyor ve çatışmaları çözmek yerine kaosa yol açıyor.
-Oluşturulan yaptırımlar sadece bazı ülkelerin işine yarıyor. Siyasi güdümlü yaptırımlar herkese zarar veriyor.
-Uluslararası hukukun temel ilkelerine karşı bir küçümseme söz konusu. Kimse kendini güvende hissetmiyor. Uygulamalardan BM zarar görüyor ve etkisiz bir kurum haline geliyor.
Tek kutuplu dünya düzenine karşı tepkiler bununla sınırlı değil ve dünyanın her tarafında giderek yükseliyor. İşin garip tarafı, buna bizzat kendisini tek kutuplu dünyanın hakimi olarak gören ülkenin insanları da dahil.
Devletlerin uyguladıkları politikalar, tarihi, ekonomik ve kültürel coğrafyalarının gerekleri ile doğrudan ilgilidir. Jeopolitik genel olarak; jeostrateji, jeoekonomi ve jeokültür olmak üzere üç alanı kapsar. Halihazırda her üç sahada da sıkıntılar mevcut ve uygulamaların jeopolitik gerçeklere uygun olmadığı açıkça ortada.
Halihazırda Avrupa ülkeleri ile Rusya birbirinden hem ekonomik hem de siyasi olarak ayırımın eşiğinde. Aynı durum kültürel alanda da geçerli. Bunun Avrupa ekonomisine ve sosyal yapısına zarar verdiğini, giderek daha fazla göreceğiz. Bunun emareleri Avrupa da açıkça görülmeye başladı. Dinler arasında yaratılmaya çalışılan suni kavga çabaları da devam ediyor ve sorumlu davranılmadığı sürece devam edecek gibi görünüyor. Diğer taraftan Trump’ın ifadesiyle, ABD’ne 9 trilyon dolara ve birçok asker kaybına mal olan Irak ve Suriye operasyonlarından çekilme düşüncesi, daha önce olduğu gibi Ortadoğu bölgesinde yaratılan sahte düşmanlar vasıtasıyla yeniden engellenmek istenecek gibi duruyor. Bu nedenle bu bölgede bazı oyunlar ve şaşırtıcı saldırılar beklenmelidir. Aynı husus, başta Sudan olmak üzere, Kızıldeniz bölgesi için de geçerli. Tabi genel olarak, Avrasya bölgesinde ülkeleri birbirine düşürecek, ticaret yollarının oluşmasının önüne geçecek, bir araya gelmelerini önleyecek ve kargaşa ortamı yaratacak şekilde, zaman zaman bölgesel çatışma ortamlarına da hazırlıklı olmak gerekir. Böylesi bir ortamda, güvenlik ise şüphesiz bilge liderlere ve yöneticilere ihtiyaç gösteriyor.
Kısaca, mevcut uluslararası sistemin, tüm kuruluşları ile birlikte insanların genel olarak ihtiyaçlarını, güvenliğini ve adalet algısını karşılamaktan giderek uzaklaştığı bariz bir şekilde gözüküyor. Bu durum ise önümüzdeki dönemde yeni güç merkezlerinin oluşacağının en önemli habercisi olarak karşımıza çıkıyor.