Uluslararası Liberal Ekonominin Muhteşem(!) Yüzyılı Sonrasında ABD-AB Gerginliği
Bu yazı 03/12/2022 tarihinde yayınlanmıştır.
*Prof.Dr. Abuzer PINAR / SDE Ekonomi ve Finans Koordinatörü
Geçen yüzyıl liberal ekonominin muhteşem (!) yüzyılı oldu. Devlet ekonomiden çekilecek, piyasa kuralları geçerli olacak ve refahı maksimize edecek etkin piyasa kuralları geçerli olacaktı. Gereği halinde Birleşmiş Milletler bünyesindeki Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da devreye girecekti. İkinci dünya savaşı sonrasında bu çerçevede kurulan uluslararası iktisadi sistem 1970’lerin sonuna kadar bir ölçüde işletildi. Bu işleyişi kolaylaştıran Avrupa sosyal devletini de göz ardı etmemek gerekir elbette. Zira piyasa ekonomisinin pembe dünyası beklendiği gibi adil bir refah dağılımı sağlamadığından yoksullukla mücadelede devletin görünür eline ihtiyaç duyuldu.
Bu süreçte dünya bankasının temel problemlerinden birisi yoksullukla mücadele oldu. Bütün gayretlere rağmen sistem 1970’lerin sonunda tıkanınca yeniden liberal politikalarla çare arandı. 1980’lerde ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher bunun öncülüğünü yaptı. Devletin ekonomiden çekilmesi ve asli (!) görevlerine dönmesi. Regülasyonların gevşetilmesi ve yeniden müdahalesiz piyasa kurallarına dönülmesi temel ilke oldu. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere Kıta Avrupası ise devlete daha fazla işlev yükleyen bir yapıda oldu. Tarihsel olarak devletin bu havzadaki pozisyonu hep farklı olmuştur. Nobel ödüllü James Buchanan’ın konuya ilişkin Avrupalı ekonomistlere söylediği gayet açıktır: “Siz devlete güvenirsiniz, biz ise güvenmeyiz. Biz devletin kontrol edilmesi gerektiğini düşünürüz. Aksi halde çevresindeki her şeyi yutar ve kendi ağırlığı altında hareket edemez hale gelir (leviathan)”.
1980’lerde başlayan bu politika eğilimi bir süre devam etti. Sovyetler Birliği’nin dağılması Batı kapitalizmini “rakipsiz” hale getirirken Çin’in uluslararası piyasalara girme arzusu Batı sermayesine büyüme imkanı verdi. Böylece sıkışan Batı Bloku (Kuzey Amerika ve Batı Avrupa) yeniden bir dinamizm kazandı.
ABD küresel ekonomiyi dolara boğdu. Finans bolluğu ile ülkeler kendinden geçti. Öyle ki artık ulus devletin sonu konuşulmaya başlandı. Sınırlar kalkıyor, devlet artık ekonominin sırtında bir kambur olarak görülüyordu. Küreselleşme mutlak bir kabul ve insanlık tarihinde gelinecek son nokta olarak görüldü.
Aslında bütün kürede durum bu değildi. Latin Amerika ülkeleri istikrarsızlık ve yoksulluk tuzağından çıkamıyordu. Afrika bütün yeraltı zenginliklerine rağmen açtı. Ortadoğu kardeş kavgaları ile yanıyordu. Batı Bloku ile eklemlenmiş Güneydoğu Asya ülkeleri kriz içerisinde debeleniyordu. Lakin Batı medyasından ilhamını alan üçüncü dünya “aydınlığı” ve akademik çevreleri bu sorunları “piyasa ekonomisinin gereğini yapmama” ile açıkladıklarından ve aksini iddi etmek “geri kafalılık” olarak görüldüğünden aksi görüşler rağbet görmedi. Ta ki ABD mortgage krizi yaşanana kadar.
ABD’de 2007’de başlayan ipotek piyasalarındaki çöküş ile finans çılgınlığı sistemin merkezini vurmaya başladı. 2008 yılında ABD’nin beş büyük yatırım bankası iflas etti. Daha ilginç nokta devlet ikisine el koydu (Goldman Sachs ve Morgan Stanley). İngiltere’de de devlet ülkenin en büyük yatırım bankası Northern Rock’a el koydu. Liberal piyasa ekonomisinde asla kabul edilmeyecek operasyonlar bunlar.
Bu krizin nedenleri tartışıldı, suçlu arandı vs. Ancak hiçbir zaman meselenin özüne inilmedi. Mesele o kadar da karmaşık değildi aslında. Her şey “yolunda” giderken kimse sistemik eleştiri yapmadı. Aslında sistemin içerisindeki bir kesim işin farkındaydı ama kazanmaya devam ederken neden çomak sokulsun ki. Lakin iş bununla bitmedi. ABD Merkez Bankası FED piyasaya para verdikçe verdi ama her defasında farklı bir sorunla karşılaştı. 2019 yılında Covid salgını başlayınca sorunlar başka türlü nüksetmeye başladı. Artan finans emtia piyasalarında fiyatları uçurarak şimdilerde derin bir şekilde yaşadığımız maliyet enflasyonuna yol açtı.
Bu süreçte bir de sosyal medya “belası” bulaştı piyasalara. Büyük sayılardaki küçüklerin sırtından geçinmeye alışmış az sayıdaki büyük yatırımcılar sosyal medyada organize olmuş bu küçüklerin etkisi karşısında “Nerde bu devlet? Neden kural koymuyor?” demeye başladı. Daha önceki bir yazımızda Game Stop olayını ele almıştık.
Çin’in uluslararası piyasalarda elde ettiği rekabet üstünlüğü ABD’nin sinirlerini bozdu. Masaya oturmaya zorladı. Fikri mülkiyet haklarını gündeme getirdi. Çin’in en büyük teknoloji şirketinin CEO’sunu Kanada’da alıkoydu. Olmadı. Yine önceki yazılarımızda yıllar öncesinde bunun geçici değil yapısal bir mesele olduğunu söylemeye çalıştık.
Şimdilerde iş daha da büyüyor. Covid salgını ile dengesi daha bir bozulan uluslararası liberal piyasadaki arıza Batı Bloku’nu kendi içinde bozmaya başladı. Trump döneminde Avrupa ülkelerine “elinize cebinize atın, sizi korumak zorunda değiliz” diyen ABD, Rusya-Ukrayna çatışmasını körükledi. Buna karşılık AB’den ciddi eleştiriler gelmeye başladı. Bu çatışmanın ABD’ye değil kendilerine zarar verdiğini dillendirmeye başladılar. Bu tartışma devam ederken Biden yönetimi ekonomiyi desteklemek için yeni bir paketle ortaya çıktı.
Enflasyonla Mücadele Yasası ile kendi şirketlerini desteklemeye karar veren ABD’ye başta Fransa olmak üzere AB’den ciddi tepki geldi. Fransa Maliye Bakanı Avrupa'nın ekonomik çıkarlarını korumak için ABD'ye karşı bir blok olarak harekete geçmesi gerektiğini, Çin ve ABD kendi şirketlerini desteklerken Avrupa’nın da kendi şirketlerini desteklemeleri gerektiğini söyledi.
Mesele şu. ABD’nin bu düzenlemeleri şirketler için ABD’de faaliyet göstermeyi cazip hale getirecek. Şirketler oraya taşınacak. AB’de işsizlik artacak ve üretim azalacak. Dolayısıyla gelir ve refah düşecek. Liberal piyasa ekonomisinde rekabet eşit şartlarda olmalı. Örneğin, AB ortak pazarının mantığı gereği bir devletin kendi uyruğundaki şirketlere verdiği desteğin başka ülkelerdeki şirketlere karşı rekabeti bozmaması gerekir. Zamanında İtalya devletinin kendi oyuncak şirketlerine verdiği desteğin diğer AB ülkelerindeki oyuncak şirketlerini dezavantajlı duruma düşürdüğü gerekçesiyle AB komisyonuna şikâyet edilmiş ve sonuç alınmıştı. Küresel düzeyde de bu işin mantığı aynıdır. Eğer küreyi tek pazar olarak görüyorsak ve liberal piyasa ekonomisine inanıyorsak, rekabet dezavantajı yaratacak operasyonlara karşı çıkmalıyız. Dünya Ticaret Örgütü’nün tartışmaları da genel olarak bu çerçeveye oturtulmuştu. ABD tam da bu mantıkla Çin’e verip veriştiriyordu. Daha ABD-Çin gerginliği sonuçlanmadan benzer gerginlik ABD-AB iktisadi ilişkilerine sıçradı.
Bu iş nereye gider? Kanaatimce daha önce ABD-Çin meselesinde dile getirdiğimiz gibi bu mesele de geçici bir mesele değildir. Liberal piyasa ekonomisi işe yaradığı müddetçe “tartışılmaz” olarak kabul edildi. Bu iktisadi çerçeve sistemin merkezindeki ülkelere ciddi refah sağlamış olsa da dünyanın geri kalanına dikkate değer yarar sağlamadı. Hatta Latin Amerika ve Afrika gibi bazı havzaları sefalete sürükledi.
Gelinen aşamada ise dünyanın geri kalanındaki gelişme ve uyanış, sistemik sorunu merkeze itelemeye başladı. ABD-AB gerginliğini böyle görmek gerekir. Bu gerginlik derinleşecek. Ya kapitalist merkez dünyanın geri kalanı ile uzlaşacak ve refahı paylaşmayı kabul edecek, ya da daha fazla kaybedecek. AB’nin bu konuda daha makul davranacağı düşünülebilir. Lakin bu tür derin iktisadi gerginlikler ciddi siyasi ve askeri çatışmalara da gebedir.
Umarız “uluslararası toplum” insani olanı tercih eder.
Kelime Ara
Konular
- Uluslararası İlişkiler
- Savunma-Güvenlik
- Teknoloji-Siber Güvenlik
- Enerji
- Ekonomi
- İklim-Çevre
- Sağlık
- Toplum
- İnsan Hakları
- Çatışma
Bölgeler
- Asya
- Afrika
- Avrupa
- Amerika
- Okyanusya
- Orta Doğu ve Mağrib
- Türkiye
- Rusya
- Körfez Ülkeleri
- Avustralya
- Kuzey Amerika
- Batı Afrika
- Batı Avrupa
- Kafkasya
- Merkez Asya
- Doğu Avrupa
- Doğu Afrika
- Latin Amerika ve Karayipler
- Yeni Zelanda
- Levant Bölgesi
- Kuzey Afrika (Mağrib)
- Diğer Okyanusya Ülkeleri
- Orta Afrika
- Balkanlar
- Doğu Asya
- Güney Afrika
- Çin
- Güney Asya
- İskandinav-Baltık Ülkeleri
- Güney Doğu Asya