Gücün Tanımı ve Dünya Güç Merkezlerindeki Değişimin Emareleri
Bu yazı 24/07/2023 tarihinde yayınlanmıştır.
*Doç.Dr.Güray ALPAR/SDE BAŞKANI
Gücün tanımını yapmak zordur. Diğer taraftan, “Güçlü gözükmek” veya “gerçek güç sahibi olmak” farklı şeylerdir. Uluslararası ilişkiler açısından bakıldığında da üzerinde uzlaşılmış bir güç tanımından söz edilemez ve sadece asıl gücün neyi ifade ettiği hakkında, çeşitli görüşler ileri sürülebilir. Bir yandan, gücü bir devletin kaynak ve kapasitesi yönüyle tanımlayanlar olduğu kadar, diğer taraftan bunun bir anlamda, diğer güç unsurları üzerine nüfuz edebilme kabiliyeti olduğunu iddia edenler de bulunur.
Tarih boyunca güç merkezlerinin tamamına yakını, Avrasya kıtasında oluşmuştur. Bunun tek istisnasının, II. Dünya Savaşı sonrası, ABD olduğu söylenebilir ancak bu konu da tartışılabilir. Çünkü, biraz iddialı olsa da ABD’nin tek başına, gerçek anlamda bir güç merkezi olduğu söylenemez. Bu iddianın aksine, strateji bilimi ile uğraşan birçok uzman tarafından, ABD’nin 858 milyar dolarlık muazzam savunma harcamasından, 170’ten fazla ülkede 800’e yakın üssünden ve buralarda görev yapan, yüzbinlerce askerinde söz edilerek farklı görüşler ileri sürülebilir. Tabi ki bunlar doğrudur. Ancak bir ordunun gücü hakkında, sadece bu şekilde yüzeysel bir değerlendirme yapılarak, sonuca gitmenin de tam olarak gerçeği yansıtmadığını bilmek gerekiyor. Bütün bunlar yapılırken de birilerinin bilimsel bir değerlendirme ile gerçeği ortaya koyması gerekiyor.
Güç merkezlerinin Avrasya kıtasından çıktığı gerçeğini, hep akılda tutmak gerekir. Güç bir noktada, diğer tarafın tutum ve davranışlarını, görüşlerini, amaçlarını, ihtiyaçlarını ve değerlerini değiştirme ve kontrol etme yeteneği ise bunu sağlayacak koşullar, sadece Avrasya coğrafyasında var olmuştur ve de gelecekte olmaya devam edecektir. ABD’nin sözde bir güç merkezi haline gelmesi ise Avrasya coğrafyasındaki bölünmenin yanında, gerek I. Dünya, gerekse II. Dünya Savaşı sonrasında bu bölgedeki bölünmenin, kendi aralarındaki çatışmaların ve buna engel olamayan liderlerin öngörüsüzlüklerinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir.
I. Dünya Savaşı 1914 yılında başlamıştır. ABD, bu savaşa, 3 yıl sonra 1917 yılında, tarafların birbirini maddi ve manevi alanda tüketmesinden sonra dahil olmuştur. ABD katılana kadar bu savaş, bir Dünya Savaşı değil, bir Avrupa Savaşı olarak nitelendiriliyordu. Bu savaşta 10 milyondan fazla asker ölürken, ABD’nin asker kaybı 100 binin biraz üzerindeydi (Savaşta ülkelerin verdiği toplam kayıpların yaklaşık %1’i). Üstelik savaşın başında, Avrupa ülkelerine silah ve malzeme satan ABD için bu savaş oldukça karlıydı. Avrupa ülkeleri için ise bu söylenemezdi (Savaş boyunca, ABD’nin reel GSYH’si % 13,2 ve savaşılan bir yıl boyunca % 9 artarken, savaşan diğer ülkelerin ekonomileri derin bir durgunluğa sürüklendi. Söz konusu dönemde Fransa ekonomisi %36, Alman ekonomisi ise %18 daralmıştı). İngiliz ekonomisi de çökme noktasına gelmişti. İngilizler savaşı finanse etmek için borçlanmak zorunda kalmıştı ve savaşın başladığı 1914 yılındaki borç, 650 milyon sterlin iken, 1919 yılında 12 kattan daha fazla bir artışla 7.4 milyar sterline çıkmıştı. Bu zaten en basit anlamıyla, 20. yüzyılın başında dünya güç merkezi olan bu ülkenin, kendi elleri ile bunu teslim ettiği anlamına geliyordu. Dahası da var. İngiltere, I. Dünya Savaşı başında mali kaynak bulabilmek amacıyla, “Milli Savaş Tahvilleri” çıkarmıştı. 3.25 milyarlık borcun 1.26 milyarlık kısmı ödendi, geri kalanı ise ödenemedi. Kalan 2 milyarlık kısmın ödenmesi ise savaştan ancak 100 yıl geçtikten sonra, 2015 yılında ödenmeye başlanabildi.
II. Dünya Savaşı, 1939 yılında başlamıştı. Bu savaşın da bir Dünya Savaşı’ndan ziyade, öncekinde olduğu gibi bir “Avrupa Savaşı” olduğunu iddia edenler vardır (Canfora, Luciano. (2006). Democracy in Europe: A History. Blackwell Publishing: Oxford & Malden MA). ABD yine daha önce yaptığı gibi savaşa başlangıçta dahil olmayıp, tarafların yıpranmasını bekledi. Japonya ile savaşa, 1941 yılı sonralarında, bu ülkenin Pearl Harbour’u bombalaması sonrası mecburen girmek zorunda kalmıştı. Avrupa üzerindeki savaşa ise Alman saldırılarının her iki cephede de durdurulmasından sonra dahil olacaktı. ABD askerlerinin, gerçek anlamda savaşa dahil olması ise Sovyet askerlerinin Berlin’e girdiği tarihten yaklaşık 10 ay öncesi, 1944 yılının haziran ayıdır. 80 milyona yakın kişinin hayatını kaybettiği bu savaştaki kayıplar; Rusya, Almanya ve Fransa başta olmak üzere 80 milyon kişiye yaklaşırken, ABD Gazi İşleri Departmanı’nın (Department of Veteran’s Affairs) verilerine göre, 400 bin civarında Amerikalı hayatını kaybetmiştir (Ülkelerin verdiği toplam insan kaybının %0.5’i). Diğer taraftan bu savaşın başlangıcında ABD, yine Avrupa ülkelerine yapmış olduğu satışlardan büyük kazanç sağladı ve bu, ülke ekonomisinde büyük bir büyüme yarattı. ABD, bu ülkelerin alım yapabilmelerini, borç vererek sağlarken, bu ülkeler büyük bir borç yükü altına girdi, dolayısıyla ABD girdiği “Dünya Savaşlarından (Avrupa Savaşlarından)” zenginleşerek çıkarken, Avrupa’nın büyük güçleri tam bir yıkıma uğradı.
Savaşlarda, ABD’nin toprakları tehlikeden uzak kalmıştı. Üstelik savaşın çıkması, ABD’nin yaşadığı “1929 Ekonomik Buhranı’nın” etkilerini de silmiş, bu dönemde daralan ABD ekonomisi, savaş nedeniyle gelişmeye ve genişlemeye başlamıştı. Üstelik savaştan kaçan sermaye ve eğitimli işgücü de bu ülkede toplanmıştı. 1939-1940 yıllarındaki ABD büyümesi %8.5 iken, 1941 yılında %17,7, 1942 yılında %18.9 ve bir sonraki yıl ise %17 olarak gerçekleşti. Bunun anlamı, muazzam bir ekonomik gücün oluşturulmasıydı. Böylece, Avrasya bölgesindeki güçlerin yaptığı hataları iyi değerlendirerek, fazla bir çaba sarf etmeden, onları saf dışı bıraktı ve II. Dünya Savaşı sonrası kurulan para sistemleri ve kurumlar (BM, IMF, Dünya Bankası vb.) ile küresel bir güç olmaya başladı.
Bütün bu avantajlara rağmen, stratejik açıdan ABD’nin küresel bir güç olması, yine de Avrasya kıtasındaki potansiyel güç merkezlerini kontrol altında tutmasına bağlıydı. Bu ise ancak Avrasya bölgesindeki ülkelerle kuracağı ittifaklar ile mümkündü. Zaten bundan sonra da ABD’nin bütün jeopolitik teorileri, kurguları ve planları ile stratejileri buna göre oluşturulacaktı. Avrasya’da bazı ülkeleri yanına almak için yapması gereken, öncelikle, onlar için kendi coğrafyaları içinde bir düşman oluşturmasıydı. Bu dönemde bu amaca yönelik bulunan düşman Sovyetler Birliği idi. Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, yapılan yardımlar da yine ABD’nin yararına olacak şekilde düzenlenmiş ve oluşturulan Avrasya içindeki NATO benzeri yapılanmalar ile Soğuk Savaş Döneminde, Avrasya’da ABD aleyhine bir güç merkezinin oluşmasının önüne geçilmişti. Bu aynı zamanda; Almanya, Belçika, Fransa gibi ülkelerdeki yapılanmaların da sıkı bir şekilde kontrol edilmesi anlamına geliyordu. Yine bu dönemde, Avrasya içinden Sovyetler Birliği’ne karşı Çin ile yapılan iş birliği, herhangi bir kayıp olmadan amaçların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmuştu. Böylece ABD, tek başına savaşa girdiği dönemler hariç, hemen hemen hiçbir tehlike yaşamadan, kayıp vermeden, planlarını gerçekleştirmişti. Büyük bir güç olarak, Vietnam’da olduğu gibi, tek başına girdiği hemen hemen hiçbir savaşı da kazanamamıştı.
Soğuk Savaş sonraki dönemde ABD’nin, güç zehirlenmesi altına girerek, genel kuralın dışına çıktığı ve tek başına hareket etmeye başladığı görülür. Böylesi bir ortamın oluşmasında, bu dönemde aynı güç zehirlenmesi altında, “güç merkezi” kavramına yabancı, strateji uzmanlarının çoğalmış olmasının da payı vardır. Hatta öyle ki, ABD’nin propaganda mekanizmasının etkisi altında kalmış, ABD vatandaşı olmayan birçok akademisyen, kurum ve uzman da bilerek ya da bilmeyerek buna öncülük yapmış, karar vericileri doğru olmayan verilerle yanıltmıştır. Bunun sonucu ise ABD’nin Afganistan, Suriye, Somali, Libya ve Irak gibi coğrafyalarda, güç merkezi olma tanımına uymayacak şekilde, hezimete uğraması/uğratılmasıdır. Bu ise ABD açısından prestij kaybına yol açmış, NATO benzeri örgütlerin varlığı ise Fransa gibi ülkelerde bile sorgulanır hale gelmişti (Bu dönemde Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un NATO için “beyin ölümü gerçekleşti” yorumunu iyi değerlendirmek gerekir). Özellikle ABD Başkanı Trump’ın Avrupa ülkelerine yönelik aşağılayıcı tutumu ile ABD’nin durumu daha da kritik bir hal almıştır.
ABD’de, Trump sonrası Biden’ın Başkan olması ile Soğuk Savaş Döneminde olduğu gibi tekrar müttefiklik politikalarına dönüş yapıldığı görülür. Bunun ana nedeninin, ne olursa olsun, Avrasya dışından bir gücün Avrasya’da kendi yanına aldığı güçler olmadan, tek başına etkin olmasının mümkün olamayacağı jeopolitik gerçeğidir. Bu dönüş Biden’ın, seçilmesinden itibaren; Münih Güvenlik Konferansları ile NATO Liderler Zirvesi konuşmalarında ve Strateji Belgelerinde açıkça ortaya çıkar ve sık sık müttefiklik vurgusu dikkat çeker. Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısı ise ABD için, tıpkı yaratılan “Sovyet” tehdidi gibi bulunmaz bir fırsatı ortaya çıkarır. Yaratılan Rus korkusu sayesinde ABD, hiçbir askerinin burnu kanamadan ve fazla bir zahmete girmeden, daha öncekilerde olduğu gibi yine Avrasya’yı kendi içinde bölmeyi başarmıştır.
Bu durumu, en bariz şekilde, NATO içindeki savunma harcamalarında görmek mümkündür. Aşağıdaki tabloda; NATO ülkelerinin, Rusya’nın Kırım’ı işgal ettiği, 2014 yılından itibaren, Ukrayna topraklarına girdiği 2022 yılı sonrasındaki 2023 yılı tahmini savunma harcamaları görülmektedir. Buna göre Avrupa’da Polonya’nın GSMH’na göre savunma harcamasındaki artışta, ilk kez ABD’nin önüne geçmiş olması (Çin’e karşı silahlandırılan ve dünyada GSMH’na göre kişi başı en yüksek harcama oranına ulaşan Avustralya gibi), çok şeyi anlatmaktadır. Yine bu tabloda ABD’nin ardından gelen ve 2050 yılına kadar borç batağında olacağı kesin görünen Yunanistan kadar, Rusya sınırına yakın; Estonya, Litvanya, Finlandiya, Romanya, Macaristan, Litvanya gibi ülkelerin durumunu da iyi değerlendirmek yerinde olur. Diğer taraftan 2014 yılına göre savunma harcamalarında çok küçük bir düşüş olan, Hırvatistan dışarıda tutulacak olursa, 2014 yılına göre GSMH’na göre savunma harcamalarını düşüren üç ülke bulunmaktadır: ABD, İngiltere ve Türkiye.
Rusya’nın Ukrayna saldırısı sonrası ABD, Avrupa ile Rusya ve Çin arasında bir hat oluşturmayı başarmış, daha önce Başkan Trump tarafından defalarca ifade edilmesine rağmen, savunma harcamalarını artırmak istemeyen, Avrupa’daki belli başlı NATO ülkeleri bu olay sonrası, gönüllü olarak savunma harcamalarını artırırken, ABD; kolayca Avrupa’da her istediği ülkede istediği üsleri alabilecek, silahlarını satabilecek ve enerji başta olmak üzere Avrupa’yı kontrol edebilecek mekanizmaları eline geçirecek duruma gelmiştir.
İngiliz Filozof Thomas Hobbes (1588-1679), güç ile ilgili olarak “gelecekte iyi görünenin elde edilmesi” anlamına geldiğinden bahsetmişti. Doğu Avrupa’da oluşan bu durumun, Avrupa’nın geleceği için iyi olup olmadığı tartışılabilir ancak, ABD’nin arzu ettiği şekilde savaşın uzaması durumunun, hiç de bölge için iyi olmayacağını herkes biliyor. Avrasya coğrafyasında oluşan bu durumun, eğer bazı ülkelerin çıkarı için bilerek yapılmıyorsa, vizyoner lider eksikliğinde kaynaklandığı açıkça ortada. Avrupa’nın da içine düştüğü bu durumdan, kendisini kurtarabilecek belirgin bir mekanizması da yok gibi gözüküyor. Bu durum, Türkiye’nin dahil olduğu bir Avrupa Birliği’nin, belirgin bir güç merkezi durumunda olacağı kesinken, yıllardır küçük ülkelerin ve azınlıkların etkisi altında bunu kendi kendine engelleyen bir Avrupa liderlik anlayışında kendisini gösteriyor. Ortaya çıkan yeni durumun da bu kıtayı ekonomik anlamda gerileteceği ve kendi içinde sosyal çalkantılarla karşı karşıya bırakacağı da yoruma gerek bırakmayacak şekilde belirgin olarak ortada. Böylesi bir ortamda, Avrupa’nın sorunları aşacak bilgi birikiminden ve liderlik anlayışından oldukça uzaklaştığı da kendini gösteriyor. Diğer taraftan, Avrupa’nın bu tıkanmış durumunun tersine, Avrasya’nın geri kalanındaki dinamiklerin daha olumlu işlediği ve geleceğe yönlendirmeye yönelik daha etkin adımların atıldığı görülüyor. Bu anlamda ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, kaybolmuş bağlantıların yeniden oluşturulması ile yeni ittifakların oluşması, iş birliğinin geliştirilmesi çalışmaları, buna dair güçlü emareleri vermeye devam ediyor. Bildiğimiz ve kesin olan tek şey, er ya da geç bir değişimin yakın olduğu. Bugünden itibaren, 2030 yılına kadar Avrasya bölgesinde gelişmeleri izlemeye devam edelim.
Kelime Ara
Konular
- Uluslararası İlişkiler
- Savunma-Güvenlik
- Teknoloji-Siber Güvenlik
- Enerji
- Ekonomi
- İklim-Çevre
- Sağlık
- Toplum
- İnsan Hakları
- Çatışma
Bölgeler
- Asya
- Afrika
- Avrupa
- Amerika
- Okyanusya
- Orta Doğu ve Mağrib
- Türkiye
- Rusya
- Körfez Ülkeleri
- Avustralya
- Kuzey Amerika
- Batı Afrika
- Batı Avrupa
- Kafkasya
- Merkez Asya
- Doğu Avrupa
- Doğu Afrika
- Latin Amerika ve Karayipler
- Yeni Zelanda
- Levant Bölgesi
- Kuzey Afrika (Mağrib)
- Diğer Okyanusya Ülkeleri
- Orta Afrika
- Balkanlar
- Doğu Asya
- Güney Afrika
- Çin
- Güney Asya
- İskandinav-Baltık Ülkeleri
- Güney Doğu Asya