Değişim ve Farkındalık: Milli Güç Unsurlarının Bilim ve Teknoloji İle Desteklenmesi
Bir ülkenin milli güç unsurları genel olarak; askeri, siyasi, ekonomik, kültürel, psikososyal, bilimsel ve teknolojik güç olarak sınıflandırılabilir. Bu güç unsurların birbiri ile uyum içinde olması ve birbirini desteklemesi ise etkinlik açısından hayati öneme haizdir.
Bilim, gerçekleri esas alarak ve deneyler gerçekleştirerek, çeşitli kurallar oluşturmak için yapılan araştırma ve inceleme faaliyetleridir. Teknoloji ise ihtiyaçlara göre gerekli alet ve cihazların üretimi için ihtiyaç duyulan bilgi ve yeteneklerin toplamı olarak tanımlanabilir. Bilim ve teknolojiye yönelik faaliyetler hiç kuşkusuz bir toplumda uygun şekilde kullanıldığı takdirde hem insanların yaşantısını kolaylaştıracak hem de diğer güç unsurlarını destekleyecektir. Uygulamada birçok bilimsel ve teknolojik buluşun öncelikle askeri alanda kullanıldıktan sonra sivil maksatlarla kullanılmaya başladığı da görülür.
Türklerin diğerlerinden uzağa giden okları, onlara savaşlarda büyük bir üstünlük sağlıyordu. Fatih’in geliştirdiği toplar ise İstanbul’un ele geçirilmesinde büyük bir rol oynadığı gibi sonraki dönemlerde de Osmanlılara üstünlük sağlamıştı. Ancak bu teknolojik üstünlük devam ettirilemedi ve 1700’lerde güç merkezi el değiştirmeye başladı.
Bu dönemde Osmanlı Devleti kendi içinde birbiri ile uğraştırılırken, dünyanın değişimine katkı sağlamakta zorlanmıştı. 1807 yılında Osmanlı Devleti Kabakçı Mustafa İsyanı ile uğraşırken, buharla çalışan ilk gemi New York’ta Hudson Nehri’nde dolaşmaya başlamıştı. On yıl içinde bu gemilerin Avrupa’nın her yerinde yaygın olarak kullanılmaya başlandığı görüldü.
1750 yılından 1900 yılına kadar geçen 150 yılda ise dünya üretimi 35 kat daha artmıştır. 1900’lerde denizlerde mal taşımanın maliyeti, yüzyıl öncesine göre en az 7 kat azalmıştı (Roberts, 1996: 445). Osmanlı ise yaratılan sorunlarla uğraşmaya devam etti. Kırım Savaşının temel nedeni 1847 yılında Filistin Beytüllahim’deki kiliseden çalınan gümüş yıldız nedeniyle Rusya ve Fransa arasındaki mücadele idi. Osmanlı ilk kez Kırım Savaşı ertesinde, 1854 yılında, Londra’dan %6 faizle 3 milyon sterlin borç almıştı. Daha sonraki yıl %4 faizle 5 milyon sterlin daha borç alındı. 1854-1874 yılları arasında bu şekilde 200 milyon sterline yakın borç alındı. 1875 yılına gelindiğinde ise anapara ve faizler ödenemez duruma gelmişti. 1875 yılında Osmanlı’nın bütçe geliri 25 milyon lira idi ve 5 milyondan fazla açık vardı. Aynı yıl ödenecek borç miktarı ise faizleriyle birlikte 14 milyon lira idi. Mali buhran nedeniyle 1876 yılında dış borç ödemeleri durduruldu. Yine de Osmanlı 1881-1914 yılları arasında 26 defa borçlandı. Düyun-u Umumiye denilen borçlar, 1928 tarihinde kaldırıldı ve son borç 1954 yılında ancak kapatılabildi. 100 yıl borçlu kalınan bu sürede birçok şeyin kaçırılması da normaldi.
Osmanlı döneminde 4136 kilometre demiryolu yapılmıştı, 1950 yılına kadar Anadolu’da 3764 kilometre daha demiryolu yapıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu’da buğday olduğu halde, İstanbul’a taşınamadığından ABD’den 20 milyon liralık buğday ithal edilmek zorunda kalınmıştı. Yine Türkiye’de 1913 yılında makine kullanan 269 fabrikada 17.000 kişi çalışıyordu ve doğal kaynakların ve sermayenin yokluğu büyümeyi engelliyordu. 1960’lara kadar sentetik elyaf ve otomobil montajı gibi endüstriler gelişemedi ve yine bu yüzden, ancak 1980’lerde endüstri üretimi GSMH’nın %25’ini oluşturabildi.
Değişimi iyi yorumlayamayan, daha doğrusu yanlış yorumlayan ülkelerden birisi de Rusya olmuştu. 1849 yılına kadar Moskova’da fabrika kurulmasına karşı sert yasalar vardı. Pamuk iplikhanelerinin ve demir dökümhanelerinin kurulması yasaklanmıştı. Amaç, olaylar olur gerekçesiyle, daha fazla işçinin merkezde toplanmasının önüne geçmekti. Rusya’da demiryolu kurulmasına da muhalefet vardı. Demir yolu gereksiz seyahati özendiren bir lüks olarak görülüyordu. 1842 yılına kadar Rusya’da sadece 17 mil uzunluğunda tek bir demir yolu vardı. 1851 yılında ise Moskova’yı St. Petersburg’a bağlayan tek bir hat inşa edilebilmişti. Kırım Savaşı’nda Ruslar, kuvvetlerini düşmanlarından daha geç olarak savaş bölgesine gönderince, durumun vahim olduğunu anlayacaklardı (Acemoğlu, 2014: 215). Diğer taraftan Ruslar gelişmeyi toprak genişlemesi olarak yorumlama hatasından hiç vazgeçmediler ve bu stratejik hata yüzünden hep kazandıkları sandıklarında aslında kaybettiler. 1848-1914 yılları arasında Rusya, sömürge savaşları hariç, yarım düzineden fazla büyük savaşa girmişti ki bu bir devlet için oldukça fazlaydı. Bu savaşların her biri için ödenen mali ve politik bedel ise Rusların kazançlarının çok üstündeydi. Ruslar her nedense, doğası gereği tarih boyunca hesapsız bir büyüme politikası gütmüştü (Kissenger, 2006: 169). Rusların bu yanlış politikalarının günümüzde de devam ettiği görülmektedir.
1800’lü yıllarda değişim aklın alacağının ötesine geçiyordu. 1860 yılında İngiltere’deki bir fabrikada, günde 200.000’den fazla mermi üretilebiliyordu. Bu yıllarda yeni geliştirilen bombalar da denizlerde ahşap gemilerin üstünlüğünü sona erdiriyordu. Askeri güç dengesi inanılmaz biçimde Batı Avrupa’ya geçmişti. 1850’lerden sonra, makine gücü çok sayıda silahın standart olarak süratle üretimine imkân sağladı (Ponting, 2011: 708). Bu dönemde İngilizler, Asya’da eğittikleri 5000’den az askeriyle artık kendilerinden en az 10 kat büyüklükteki güçleri yenebiliyorlardı.
1830’lardan sonra demir yolları hızla gelişerek büyük kentleri birbirine bağlayan ulaşım ağlarına dönüştü. 1840 yılında, İngiltere’de büyük kentler başkent Londra’ya bağlanmıştı bile. 1850’ye gelindiğinde hatlar Varşova’ya ulaştı. 1840 yılında Avrupa’daki 3.200 kilometre olan ağ uzunluğu, yüzyılın sonunda 362.000 kilometreyi buluyordu (Lilley, 1970: 206).
Güç zehirlenmesi altında, artık Batılılar ne yapılacağını planlıyor ne yapılacağını söylüyor ve diğer ülkelerin hükümetlerine istedikleri şeyleri istedikleri şartlarla kabul ettiriyorlardı. 1842 yılında İngiliz gemileri Büyük Kanal’ı kapatıp Pekin’i kıtlığın eşiğine getirdikten sonra isteklerini Çin’e kabul ettirdikleri gibi, talepleri Japonlarca da kabul edilmişti. Bu dönemde dağılan Çin’in tekrar modernleşmeye başlama çalışmaları 1950, Hindistan’ın ise 1990’ları bulacaktı.
Stratejide kuvvete yoğunlaşıp, zaman ve mekân kavramlarını göz ardı etmek pahalıya mal oluyor. İngiltere ve Avrupa zaman içerisinde bu gelişmelerin farkına varamamıştı. Onlar için her şey yolunda gibi gözüküyordu. 1900’lerde dünyada 700 milyondan fazla insan yabancıların egemenlikleri altında yaşıyordu. Bunun yarısı İngilizlerin hâkimiyetindeydi. Fransa ise 50 milyon kişiye hükmediyordu. Dünya ölçeğinde İngiliz ve Fransızların iki büyük imparatorluğu vardı. Dünyanın neredeyse 1/4’ini kontrol eden İngiltere, okyanusların da tamamını kontrol eden dünyanın en büyük imparatorluklarından birisiydi (Ferguson, 2004: xı).
İngilizlerin dikkati başka bölgelerdeyken, Amerika Birleşik Devletleri’nde de demir yolları hızla gelişti. 1840 yılına gelindiğinde hat uzunluğu İngiltere’den fazlaydı ve 1860 yılında kıtanın bir ucu diğerine demir yolu ile bağlanmıştı. Yüzyılın sonunda ise 2.703.000 kilometrenin üzerinde ray döşenmişti. Böylece bir bölgede bazı malların üretiminde uzmanlaşma ve üretimin kısa sürede diğer yerlere nakledilmesi mümkün oldu. Üstelik insanlar daha rahat ve ucuz seyahat etti, bilgi birikiminin aktarılması hızlandı.
1837 yılında ise ABD tarihinin ilk ekonomik krizi ile karşı karşıya kalmıştı. Bundan sonra bu ülkede patent sayısı hızla arttı. Çünkü fırsatlar herkes için açıktı. Bu ise teknolojik ilerlemeyi sağladı. 1860’larda İngilizler gerçekten sanayileşmiş tek ekonomik güç olmasına rağmen, Amerikalılar ikinci sanayi devrimi gerçekleştirerek, 1900’lere gelindiğinde teknolojik yönden İngiltere’ye fark atmıştı. 1871-1900 yılları Amerikan sanayisinin en görkemli dönemiydi. Bunun birtakım sonuçları olması da doğaldı.
Batı Avrupa ülkeleri, 1800-1900 yılları arasında nüfus yönünde büyük bir artış sağlamışlar ve bunu güçlerini artırmada kullanmışlardı. İngiltere, 1800’lerin başında 10 milyon nüfustan, yüzyılın ortasında 20 milyon, yüzyılın sonunda ise 40 milyona yaklaşan bir nüfusa ulaşmıştı. Diğer taraftan Fransa yüzyıla 27 milyon nüfusla başlayıp, 40 milyona yakın bir nüfusla bitirmişti. Ancak Avrupa gereksiz savaşlarla bu nüfusu harcayarak ABD’nin güç merkezi olma durumuna yardımcı olacaktı.
1876 yılında Afrika’nın %10’undan azı Avrupalıların kontrolündeydi. 1900’lü yıllara gelindiğinde ise bu oran %90’ın üstüne çıkmıştı. Ancak günümüzde ABD’nin hesapsız bir şekilde geniş coğrafyalar içinde kaybolduğu gibi, sahte ilerlemelerin gerisindeki hakikatin de görülmesi gerekiyordu. Almanya Afrika’da sömürge savaşlarına girdiğinde, 3 Kasım 1911 tarihli bir Alman gazetesi şöyle yazıyordu: “Birkaç Kongo bataklığı için savaş riskini göze aldık.” Aslında Almanya için eleştirilen konu, mantıklı bir hesap yapmadan, karşısında düşman koalisyonların oluşmasına neden olmasıydı. Aslında İngiliz Coğrafyacı ve politikacı Halford John Mackinder (1861-1974)’in hedef saptırmak için ortaya attığı Heardland (Kara Hakimiyet) Teorisini de tuzağa düşüp uygulamaya çalışarak kaybeden de Almanlar olmuştu. Aynı hataya bugün ABD’nin de düştüğü görülüyor.
1880’li yıllarda Amerikan kara ordusu, dünyada Bulgaristan’ın bile gerisinde, 14. sıradaydı. Deniz gücü de Brezilya, Arjantin ve Şili gibi ülkelerden daha küçüktü. Amerika uluslararası konferanslara katılmayan, ikinci sınıf bir devlet statüsündeydi. Yapılan gayretli çalışmalar sonucu 1900’lü yıllara gelindiğinde, aynı anda 14 savaş gemisi ve 13 kruvazör’ü inşa edecek kapasiteye ulaşmışlardı. Bu haliyle artık dünyadaki en büyük 3. deniz gücü olmuşlardı. 20. yüzyılın başında endüstri geliştikçe üretim artmış ve endüstrileşen ülkelerin nüfusları bu üretimi tüketemez olmuştu. 1885 yılında Birleşik Devletler, Almanya, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan, Japonya ve İtalya’nın hepsinden daha fazla enerji tüketiyordu. 1861 yılındaki iç savaş ile 20. yüzyıl arasındaki 40 yıllık sürede, kömür üretimi yüzde 800, çelik ray 500, demir yolu uzunluğu 560, buğday üretimi ise 250 kat artmıştı. O zamana kadar durumun farkında olmayan İngilizler bu büyüklüğü kabul etmek zorunda kalacaklardı.
Jules Verne dâhil, hiç kimse o dönemde İngiliz İmparatorluğu’nun oluşturduğu düzenin değişebileceğini tahmin etmemişti (Attali, 2007: 15). İngilizler ancak 20’nci yüzyılın başlarında topraklarını elinde tutabilmek için müttefiklere gereksinimi olduğunu anlayabildi. Zaten 1902 yılında liderliği daha fazla götüremediği için İngiltere, Orta Amerika’daki egemen güç olma iddiasını terk ederek yerini Birleşik Devletlere bıraktı (Kissenger, 2006: 30).
Bundan sonraki dönemde İngilizler aldıkları yanlış kararlar ile güçlerini tüketecekler ve diğer alanlardan da aşama aşama geri çekilmek zorunda kalacaklardır.
İngiltere yaptığı yanlışlarla deniz gücü yarışındaki üstünlüğünü, 1919 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne bıraktı. Gücünü dağıtmıştı ve Osmanlı gücünü yok etmek için uğraşırken kendi gücünü tüketmişti. Birinci Dünya Savaşından sonra artık borçlarını ödeyemeyen bir İngiltere vardı. İstanbul işgal altındayken, İngiltere’de 1922 yılında enflasyon %22’nin üstüne çıkmış, iş dünyası büyük sıkıntılara girmişti. Bu şartlar altında başka bir mücadeleyi sürdürmesi çok zordu.
1930 yılına gelindiğinde Amerikalıların küresel ticaretteki payı İngilizlerden %50 daha fazlaydı. Aynı yıl dünya yerküre sembolü New York’ta bir kulenin üzerine dikildi (Mattalar, 2005: 274). 1939 yılında New York’ta düzenlenen dünya fuarında, bazı üçgen prizma, küre ve koni biçiminde çarpıcı binalar yükseliyor, insanlar burada yarının dünyasını görebiliyorlardı (James, 2011: 435). Bundan sonraki süreçte ABD bir güç merkezi olarak görülmeye başladı. Ancak 100 yıl bile geçmeden, geçtiğimiz yüzyılın sonunda İngilizlerin yaşadığı güç zehirlenmesine onlar da uğrayacaklar ve gerçek olmayan hayali düşmanlarla mücadele uğruna konumlarını ciddi biçimde kaybetmeye başlayacaklardı.
Diğer taraftan aynı güç kaybı, yaşlanan Avrupa için de geçerli gibi görünüyor. 1900’lü yıllarda dünya nüfusu yaklaşık 1.625 milyon idi ve bunun yaklaşık %25’ini karşılık gelen 400 milyonu Avrupa’da yaşıyordu. 1900’lü yıllarda dünya nüfusunun neredeyse %25’ini oluşturan Avrupa ülkeleri bugün bu ağırlığını kaybetmiştir. 120 yıl sonra İngiltere’nin ayrılışından sonra AB ülkelerinin nüfusu neredeyse değişmedi ve giderek de düşüyor (AB ülkelerinde nüfus 500 milyonun altında). Günümüzde dünyada en fazla nüfusa sahip 10 ülkeden 6’sı Asya kıtasında bulunuyor. Şüphesiz bu da bir anlam ifade ediyor.
1900’lü yılların başında yapılan değerlendirmelere göre ABD ve Batı Avrupa üretimin %75’in gerçekleştirirken (Ponting, 2011: 756) bugün bu oranın da giderek geriye düştüğü görülüyor. TUİK ve IMF verilerine göre 2020 yılında dünyanın en büyük ekonomileri arasında Amerika ve Batı Avrupa’dan büyüklük itibarıyla 4 ülke olan: ABD, Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya 32.818 milyar dolarlık bir kapasiteye sahipken, Asya’daki ilk 4 ülke olan Çin, Japonya, Hindistan ve Rusya 22.300 milyar dolarlık bir büyüklükte. Yapılan tahminlerde 2030 yılında bu sıralama çok değişecek. Standard Chartered Bankası tarafından yapılan öngörüye göre 2030 yılında en büyük ekonomi Çin, Hindistan, ABD ve Endonezya olacak.
Bu dönemi akıllı değerlendiren kazanacak. Değişimi göremeyenler ise gereksiz şeylerle uğraşmaya devam edecek. Bu dönemde geleceğe hazırlanmak için yapılabilecek en önemli faaliyetlerden birisi de bilim ve teknoloji alanında geleceğin insan gücünü yetiştirmek ve ortaya çıkabilecek durumlara göre de bilim ve teknoloji alt yapısını tamamlamak olacaktır.
Bilimsel ve teknolojik ilerlemede en önemli unsurlardan birisi dünya çapında kaliteli üniversitelere sahip olmaktır. Bu açıdan 2021 yılında 93 ülkeden 1500’e yakın üniversiteyi; %30 öğretim, %30 araştırma, %30 alıntı sayısı, % 7,5 uluslararası görünüm ve %2.5 sektörel bağlantı yönünden sıralamaya tabi tutan “Times Higher Education World University Rankings” sıralamasında ilk 100 sırada Amerika’dan 37, İngiltere’den 11, Almanya’dan 7, Çin ve Avustralya’dan 6 ve Kanada’dan 5 üniversite bulunmaktadır. Türkiye henüz sıralamalarda istenilen düzeyde değildir. Bu konuda üniversitelerin önünü açacak düzenlemelere ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.
Aynı şekilde bir ülkenin ekonomik ve teknolojik anlamdaki gelişmişliğinin ve girişimci yapısının önemli bir göstergesi o ülkede alınan patent sayısı olarak kabul edilmektedir. Avrupa Patent Ofisi istatistiklerine göre, 2020 yılında dünyada en çok patent alan 10 ülke şu şekildedir: ABD: 44.293, Almanya: 25.954, Japonya: 21.841, Çin: 13.432, Fransa: 10.554, Güney Kore: 9.106, İsviçre: 8.112 ve Hollanda: 6375. Türkiye’de ise alınan patent sayılarında son yıllarda bir artış görülmekle birlikte bunun daha ilerilere taşınması ihtiyacı vardır.
Sonuç olarak, mücadele alanının siber ve uzay gibi başka boyutlarda da sürdüğü ve kaybedecek zamanın olmadığı bu dönemde, bilim ve teknolojinin bir ülkenin gelişimini desteklemesi zorunludur. Bu alanda yapılan hatalar hemen görülmeyebilir ancak zaman içerisinde kendisini gösterir. Bu açıdan bilimsel gelişmenin ve girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılarak, bilim ve teknoloji alanında yapılacak kısa, orta ve uzun vadeli planlamalarla, milli güç unsurlarını yeterli oranda destekleyecek bir yapının oluşturulmasının gereği bulunmaktadır. Aksi takdirde, bir ülkenin geleceği ve güvenliği açısından son derece önemli olan bu hususta yapılacak hataların bedelini gelecek nesiller çok ağır ödemek zorunda kalacaktır.
Kaynakça
Acemoğlu Daron, Robinson A. James. (2014). Ulusların Düşüşü, Çev.Faruk Rasim Velioğlu. Doğan Kitap: İstanbul.
Attali, Jacques (2007). Geleceğin Kısa Tarihi, Çev.Turhan Ilgaz, İmge Kitabevi, 1.Baskı: Ankara.
Avrupa Patent Ofisi istatistikleri, 2020.
Ferguson, Niall. (2004). Empire, How Britain Made the Modern World, Penguin Books: England.
James, C.Davis. (2011). İnsanın Hikâyesi, Çev. Barış Bıçakçı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
Kissinger, Henry. (2006). Diplomasi, Çev. İbrahim H.Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
Lilley, S. (1970). The Fontana Economic History of Europe, Vol.3.: London.
Mattelar Armond. (2005). Gezegensel Ütopya Tarihi, Çev.Şule Çiltaş, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.
Ponting, Clive. (2011). Dünya Tarihi, Çev. Eşref Bengi Özbilen, Alfa Yayınları, 1.Basım: İstanbul.
Roberts, J. M. (1996). Avrupa Tarihi, Çev. Fethi Aytuna, İnkılap Yayınları: İstanbul.
Standard Chartered Bankası, 2030 dünya ekonomileri sıralaması.
Times Higher Education World University Rankings, 2021.
TUİK ve IMF verileri, 2020.
Uslubaş, Tolga, Dağ Sezgin (2007). Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Karma Kitaplar: İstanbul.