Strateji’nin değişik tanımları yapılabilir. Bunlardan birisi de olaylar arasındaki ilişkileri kavrayarak elde edilen doğru bilginin günlük hayata uyarlanmasıdır. Bu açıdan, Libya ve çevresinin tarihi ve kültürel derinliği ve bu derinlik içerisindeki birbiriyle ilişkili yapılar anlaşılmadan da bu bölgenin stratejik bir değerlendirmesi yapılamaz. Bu anlayış aynı zamanda, bölgedeki derinlik, altyapı ve oluşturulan gönül bağının bugüne ulaşan sonuçlarının da ortaya konulmasıdır.
Kuzey Afrika, Akdeniz’in tamamını kontrol eden stratejik bir bölgedir. Bu bakımdan; Anadolu, Adalar Denizi, Balkanlar, Suriye ve Kızıldeniz’in güvenliği yanında, Avrupa güvenliği açısından da önemlidir. Cebelitarık Boğazının genişliği 14, Tunus’tan Sicilya adasına olan uzaklık ise 60 kilometredir. Libya’nın bulunduğu Kuzey Afrika coğrafyasının Avrupa ile yakınlığı günümüze kadar her iki kıta arasındaki ilişkileri etkilemiştir. Rusya’nın Libya’da artan varlığının Avrupa için önemini de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Zira Rusya da, Libya’da etkin olursa Kafkasları elinde daha kolay tutacağını düşünmektedir.
Eğer Kartaca Senatosu, General Hannibal’in (MÖ 247-MÖ183) giderek artan ününden çekinip desteğini çekmeseydi, Hannibal neredeyse Roma’yı ele geçiriyordu. Roma ele geçirilemeyince de savaşı Afrika’ya taşıyan Romalılar, Kartaca şehrini geriye bir şey kalmayacak şekilde dümdüz ettiler.
Bizans İmparatorluğu’nun da bu bölge ile denizden kuvvetli bir bağlantı vardı ve bu nedenle bölgedeki İslam fetihleri, İmparator II. Justinianos (669-77)’in bu bölgeye İstanbul’dan donanma ile yardım göndermesi nedeniyle, bir süre gecikmişti. Müslümanların Kuzey Afrika’da kontrolü sağlamasından kısa bir süre sonra ise 710 yılından itibaren, Fransa içlerine kadar ulaşılmış ve Avrupa’da 800 yıl sürecek bir Endülüs Medeniyeti oluşturulmuştu.
Türklerin Afrika kıtasındaki tarihi derinliği pek bilinmez. Türklerin Kuzey Afrika’ya gelişleri 800’lü yıllara kadar gider ve neredeyse Malazgirt Savaşından 250 yıl öncedir. Tolunoğulları Devleti (865-905), Müslüman Türklerin kurduğu ilk bağımsız devlettir. Sınırları; bugünkü Libya, Mısır, Filistin, İsrail, Lübnan, Ürdün, Suriye ve Türkiye’nin bir bölümünü kapsayan 1.5 milyon km2’lik bir alanı kapsıyordu.
Bir bölgede stratejik bulunuşta “tarihi derinlik” çok önemlidir. Buna, o bölgelere yönelik “kültürel derinlik” de ilave edilebilir. Türklerin bu bölgedeki kültürel derinliği de çok yüksektir ve gönül bağının oluşumunda oldukça etkilidir. Tolunoğulları Devleti, Firavunlardan sonra Mısır’da bağımsız olarak kurulan ilk devlettir. Tolunoğulları Devleti döneminde bölge adalete ve refaha kavuşmuş, imar edilmiş, yoksulların ücretsiz tedavi edildiği hastahane ve eczaneler kurulmuştur. Dünya’da gerçek anlamda eczaneler bu devlet tarafından oluşturulmuştu. Bu devlet 905 yılında, yine başka bir Türk Komutan Muhammed bin Süleyman tarafından yıkılmış ancak arkasından kurulan başka bir Türk Devleti olan Akşidler (Ihşidiler) bu sınırları daha da genişletmiştir (905-969). Devleti kuranlar, Orta Asya’nın Fergana yöresinden geldiğinden, “Ihşid” ismi Orta Asya’da Türk Hükümdarlarının kullandığı “Meliklerin Meliki” anlamına gelmekteydi. Daha sonra ise bu bölgeleri yine Türk olan Eyyübiler ve Memlukler kontrol etmiş, ardından Osmanlılar gelmiştir.
Stratejik önemine binaen 1500’lü yıllarda Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika’da hakimiyet kurmayı başardı ve İspanya öncülüğünde Kuzey Afrika’nın ele geçirilmesine yönelik Haçlı Seferlerini durdurdu. Bu dönemde Anadolu’dan gelerek; Libya, Tunus ve Cezayir’e yerleşen Türk denizciler, bölgedeki yerlilerle kaynaşarak “Kuloğlu” denilen ve sayıları milyonlara ulaşan bir nesli oluşturdular. Bazı kaynaklar bunların sayısını 1.5 milyona kadar çıkarır. Bugün sadece Libya’da 13 aşiret kendisini Türk kökenli olarak nitelendiriyor. Osmanlı Meclisinde vekil olan Ferhat Bey, İlk Libya Başbakanı Sadullah Bey yanında halen Libya Ulusal Mutabakat Hükümetinin (UMH) Başbakanı Sarraç’ın dedeleri Mustafa Sarraç, 1840 yılında Manisa’dan gelen bir Türk’tü. Aynı şekilde UMH İçişleri Bakanı Fethi Başağa’da Türk kökenlidir. Bölgede; Baş imam, Giritli, Yorgancı, Türki, İzmirli, Topçu gibi soyadına sahip olanlar, Türkiye ile geçmişi bulunan büyük Türk aileleridir. Bu aşiretler 1947 yılında, Türk Trablus Partisi’ni kurarak Türkiye ile birleşme kararı almışlardı. Bu nesil bugün dahi bu bölgelerin savunulmasında ve kalkınmasında önemli katkılarda bulunuyor ve bölge ile Türkiye arasındaki bağları oluşturuyor. Bu derinliğin bilinmesine ihtiyaç var.
Osmanlılar tarih boyunca hiçbir gücün ele geçiremediği stratejik koridorları ele geçirmişlerdi. Bu sayede güçlerini birçok alana aktarma yanında, diğer güçlerin de bölgeye girişine mâni oluyorlardı.
Batının bu gücü kırması 1713 yılında başladı ve I. Dünya Savaşının sonuna kadar 200 yıl içerinde gerçekleşti. İlk aşamada 1704 yılında İngiliz ve Hollanda deniz kuvvetleri tarafından ele geçirilen Cebelitarık, 1713 yılında resmen İngiltere’ye bağlanmıştır. Bu yıllar aynı zamanda Hindistan’da kurulan ve bugünkü; Hindistan, Afganistan, Pakistan, Myanmar ve Bangladeş topraklarında hüküm süren Türk Babür İmparatorluğunun da (1526-1707) yıkılmasının tarihidir. Böylelikle zaten bölgede hâkim ticari güç olan İngilizler, Hindistan’ı giderek ele geçirmişlerdir. Bu dönemler Osmanlı’nın doğudan ve batıdan kuşatılmasının başlangıcıdır. Buna 1700’lü yılların sonuna doğru Kırım’ın kaybedilmesi de eklenebilir.
Bu aşamadan sonra, diğer bölgeleri kontrol etmede, en önemli engel olarak Osmanlı Donanması kalmıştı. Bir devletin, stratejik olarak, karşısında büyük koalisyonların oluşmasına izin vermemesi gerekir. Bu durum bugün de aynı bölgeler için geçerlidir. Osmanlı diplomasisinin; İngiliz, Fransız ve Rusların bir araya gelmesini önleyememesinin bir sonucu olarak, 1827 yılında Osmanlı Donanmasının Navarin’de yok edilmesi, Akdeniz’de sonuçları bugüne kadar uzanan büyük bir boşluğa yol açtı. Bundan sonra ise Anadolu topraklarına doğru aşamalar halinde bir kuşatma gerçekleşti.
Osmanlı devlet aklı şüphesiz bu kuşatılmanın çok öncelerde farkına varmıştı. Bunun en önemli sonuçlarını “Senûsiyye Hareketi” ile görmek mümkündür. Bu hareket bu bölgedeki günümüze kadar uzanan dini derinliğin de temelini oluşturur.
Kuzey Afrika’da Cezayir’in Fransızlar tarafından işgal edilmesinden hemen sonra, Muhammed bin Ali es Senûsî’nin, 1837 yılında Mekke’de bir zaviye açması ile başlayan “Senusilik hareketi”, zaman içinde hızla yayılarak, Kuzey ve Orta Afrika’nın tamamını etkileyen bir cemaate dönüşmüştür. Bu hareket Avrupa işgallerine karşı bir direnişin başlangıcı olarak yorumlanabilir. Osmanlı Padişahı Abdülmecid, 1856 yılında çıkardığı bir fermanla Senûsî zaviyelerine özel bir konum hakkı tanımış ve ilişkiler en üst düzeyde devam ettirilmiştir. Bu ilişki ve destek daha sonraki dönemlerde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra da devam etmiştir.
Senûsîlik, İslam’ı kolaylaştıran ve yardımlaşmaya önem veren yönüyle, Afrika’da kabileler arasında hızla yayılmıştır. Fas’tan başlayarak Basra Körfezine, hatta Endonezya’ya kadar yayılan hareket, özellikle kervanların geçtiği yollar üzerinde açılan zaviyelerle, çöl içlerine kadar her tarafa yayılma imkânı bulmuştur. 1856 yılına gelindiğinde Senûsîlik, Büyük Sahranın tamamında etkili bir hareket haline dönüşmüştü. 1900’lü yıllarda üye sayısı 6 milyonun üzerine çıkmıştı. İslam dünyasındaki siyasi ve fikri yapılanmalar içinde, özel bir yere sahip olan bu hareket; mezhep, tarikat, siyaset ve toplumsal hayatı bir araya getiriyordu. Bu hareketin bölgedeki sömürgeci hareketlere karşı da büyük bir direniş gösterdiği görülür. Özellikle bugünkü Cezayir, Libya, Çad gibi bölgelerde oldukça etkili olmuştur. Bir araya gelmeyi ve yardımlaşmayı esas alan faaliyetleri ile Senusilik, sadece bir cemaat olarak değil, aynı zamanda bir tasavvuf hareketi olarak bölgede hala etkindir.
Senûsîlik hareketinin kurucusu, Muhammed bin Ali es Senûsî’nin torunu olan Ahmet Şerif es- Senûsî de Fransızlara karşı savaşmış ve büyük başarılar kazanmıştır. Daha sonra Libya’nın, İtalyanlar tarafından işgali sırasında İtalyanlara karşı Osmanlılar yanında yer almış, Enver Paşa ve Mustafa Kemal’le birlikte hareket etmiştir. Türk Subaylarının Libya’dan ayrılmasından sonra direniş hareketinin liderliğini almış, I. Dünya Savaşının başlamasından sonra ise yeniden İtalyanlara karşı Osmanlı’nın yanında savaşmıştır. Bu esnada kendisine Osmanlılar tarafından Trablusgarp ve Bingazi Valiliği görevleri verilmiştir. Yine bu esnada İstanbul’dan, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ve bazı Osmanlı Subayları bir Alman denizaltısı ile bölgeye intikal etmiş, Senûsîlere silah cephane ve erzak yardımında bulunmuştur. Bu yardım sırasında Ahmet Şerif’ten, Mısır’daki İngiliz Kuvvetlerine taarruz etmesi istenmiş ve bu istek Senûsîler tarafından tereddütsüz yerine getirilmiştir.
Ahmet Şerif, Anadolu’daki milli mücadelenin de tamamen yanındaydı. 1918 yılında Bursa’ya giden Ahmet Şerif, burada Atatürk’ün yakın arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Celal Bayar gibi Kuva-yı Milliye liderleriyle görüşmeler yapmış, 25 Kasım 1920 tarihinde ise Ankara’da Mustafa Kemal ile buluşmuştur. Bu görüşmede, beraber hareket edilecek konular belirlenmiştir. Ardından Ahmet Şerif, 18 Şubat 1921 tarihinde Sivas’ta toplanan Büyük İslam Konferansı’na başkanlık yapmıştır. Ahmet Şerif, Nisan 1921 tarihinde, II. İnönü Savaşından sonra Mustafa Kemal’e gönderdiği telgrafta “Biz tek şahıs gibiyiz. Aramızda ayrılık yok. Düşmanın bozguna uğratılacağını evvelce rüyamda görmüş ve sizinle paylaşmıştım.” demişti. Ankara Hükümeti, Irak’taki Arap aşiretlerini birleştirmek istediğinde de, Ahmet Şerif’e başvurmuş ve Ahmet Şerif 1921 yılı ilkbaharında bölgedeki Kürt ve Arap aşiret reisleriyle buluşarak bu konuda çalışmalar yapmıştır. Ahmet Şerif daha sonra da Irak’ta Türkiye lehine faaliyetlerde bulunmuştur. 1923 yılında Musul bölgesine giderken, Ankara garında kendisini Başvekil Rauf Orbay, Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp ve birçok önde gelen kişi uğurlamıştı. Ahmet Şerif 1933 yılında Medine’de vefat edene kadar her gittiği yerde büyük saygı ve ilgi gördü.
Libya’daki Senûsîlik hareketinin, İtalyanlara karşı mücadelesi sonraki dönemlerde de “Çöl Aslanı” lakablı Ömer Muhtar ile devam etti. 1899 yılında Çad’da Fransız sömürgeciliğe karşı mücadele veren Ömer Muhtar, eğitimini Senûsî hareketinden almıştı. İlerlemiş yaşına rağmen birçok İtalyan işgal valisini mağlup ederek ülkesine gönderdi. Ömer Şerif, 1931 yılında yakalanıp idam edildi. Osmanlı Devleti, donanmasını ve Libya’yı kaybettikten sonra Adalar Denizindeki adalarını ve Akdeniz’deki üstünlüğünü de kaybetmişti. Burada dikkat çeken diğer bir husus, İtalya’nın Faşist lideri Mussolini’nin, Ömer Şerif’in direniş hareketini bastırmasından sonra, 1936 yılında Etiyopya’yı işgal etmesi ve Türkiye’den toprak taleplerinde bulunmaya başlamasıdır ki bu, Etipyopya ve Sudan gibi bölgeler ile Anadolu’nun güvenliğinin, Libya ile bağlantısını göstermesi açısından dikkat çekicidir. Libya’nın, Kıbrıs Barış Harekâtı esnasında Türkiye’ye yardımları ise tarihi ve kültürel derinliğin başka bir yansımasıdır.
Sonuç olarak Libya, jeostratejik konumu itibarıyla sadece Afrika’nın diğer bölgeleri ve Avrupa’nın değil, Türkiye’nin de güvenliğinin dayandığı “olmazsa olmaz” ülkelerden birisidir. Stratejik olarak, Libya’nın güvenliği ve huzuru ile Türkiye’nin güvenliği doğrudan ilişkilidir. Libya olmadan Türkiye’nin bölgesel etkinliği azalır ve kuşatılır.
Türkiye’nin bu bölge ile bin yılı aşan derin tarihi ve kültürel bağlantıları vardır. 27 Kasım 2019 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti ile Libya Devleti Hükümeti Arasında, Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına ilişkin Mutabakat Muhtırası”nın imzalanması ile Türkiye sadece kendisine ait 150.000 km2’lik bir alanı geri almakla kalmamış aynı zamanda Doğu Akdeniz’de en etkin devlet haline gelmiştir.
Türkiye ve yakın çevresinde 100 trilyon doları aşan hidrokarbon zenginliği birçok ülkenin ilgisini çekmektedir. 6 trilyon doları aşan kaynağı ile Libya da bundan ayrı düşünülemez. Bu durum yıllardır bölgede Türkiye’nin meşru haklarını yok sayıp kendi çıkarları için kullanan ülkeleri telaşa sevk etmiştir. Suriye ve Libya’da olduğu gibi Türkiye’nin bulunduğu coğrafyalardaki insanlara huzur ve refah gelmektedir. Bu aşamadan sonra Türkiye’yi kuşatmak isteyen güçler hukuksuz çabalar içine girmiş ve gayrimeşru Hafter’i kullanarak bölgedeki bugüne kadar sürdürdükleri haksız eylemlerine devam etmek istemişlerdir. Türkiye’nin meşru haklarını savunması kimseyi rahatsız etmemelidir. Fransız Devlet Televizyonu Dış İlişkiler Direktörü Jan Març Fuur’un açıkça belirttiği şekilde Türkiye bu bölgede hukuka uygun hareket etmektedir ve bölgede asıl maceraya giren Fransa’nın kendisidir. Türkiye’nin BM tarafından tanınan meşru Libya Hükümeti ile yapmış olduğu anlaşmalar uluslararası hukuka uygun anlaşmalardır ve Türkiye’nin bu haklarından vazgeçmesi mümkün değildir.