Uluslararası iktisadi düzenin idaresi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin 1991’de dağılması ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’ne kalmıştı. Ortaya çıkan boşluktan azami ölçüde yararlanmaya çalışan ABD, uzun süreden beri aheste bir şekilde ekonomisini güçlendirmeye çalışan Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC)’nin sahneye çıkması ile şaşkına döndü.
2000’li yıllarda artık geri dönülemez bir ivme kazandığı farkedilen ÇHC en çok da ABD ekonomisini zorlamaya başladı. Bu yeni ekonomik güce karşı devasa dış ticaret açığı verdiğini ve bunun geçici bir durum olmadığını farkeden ABD “usule uygun” olan ve olmayan bütün yöntemleri deneyerek ÇHC’ye baskı yapmaya başladı.
ABD 2016 yılında Kuzey Amerika’daki doğal ortakları olan Kanada ve Meksika’ya bazı ASEAN (Brunei, Malezya, Singapur ve Vietnam) ve Latin Amerika (Şili ve Peru) ülkeleri, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı katarak Trans Pasifik Ortaklık Anlaşması (Trans Pacific Partnership Agreement-TPPA) sürecini başlattı. Bu ortaklık birçok bölgeden ülkeleri içeriyordu ve belki de küresel hegemonyasını tahkim edecek bir ilk adım olarak düşünüldü. Ancak anlaşma onay beklerken başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump ilk iş olarak bu anlaşmadan çekildi. Sonraki adımlarından ve söylemlerinden anlaşılıyor ki bu tür usule uygun adımlarla, kaybedilen gücün geri getirilemeyeceğini düşünüyordu. Nihayet uluslararası devlet dili açısından pek alışık olunmayan söylemlerle ÇHC’ye saldırmaya başladı.
Trump sadece ÇHC ile yetinmedi. Yanı başında bulunan ve doğal ortakları kabul edilen Kanada ve Meksika’yı da zorladı. Seçim kampanyalarında sert bir şekilde eleştirdiği Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (North American Free Trade Agreement-NAFTA)’nı revize ettirdi. ABD-Kanada-Meksika’yı kapsayan anlaşma 1 trilyon dolar civarında ticaret hacmine sahip ve revize edilmesi ile yıllık 1,2 trilyon dolara çıkması bekleniyor. Trump bu anlaşmayı ortadan kaldırma ile tehdit ederek Kanada ve Meksika’yı uzlaşmaya zorladı ve bu iki ülkeyi daha bağlayıcı ve sınırlayıcı bir ticaret anlaşmasına ulaştı. Üç ülkenin baş harflerinden oluşan yeni anlaşma (USMCA) ile ek gümrük tarifeleri olmayacak. Hatta USMCA’nın otomobil örneğinde olduğu gibi firmaların Meksika'da daha ucuza üretim gerçekleştirmelerini zorlaştıracak ve istihdamı ABD'ye kaydıracak. En azından Trump’ın niyeti buydu.
2018 yılında içerisinde ABD’nın olmadığı bir anlaşma girişimi ortaya çıktı. Kapsamlı Yenilikçi Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması (Comprehensive and Progressive Agreement for Trans-Pacific Partnership (CPTPP). İlginçtir burada Kuzey Amerika’dan Kanada ve Meksika vardı. ASEAN ülkelerinden Singapur ve Vietnam yanında Japonya ile beraber Avustralya ve Yeni Zelanda vardı. Son iki ülke dikkat çekicidir. Birleşik Krallık’ın desteklemediği herhangi bir girişimde bulunmaları mümkün değil. Daha sonra İngiltere’nin bu anlaşmaya dahil olmak için görüşmelere başlaması, baştan itibaren böyle kurgulandığını akla getiriyor. Neden en başından beri içerisinde olmadığının cevabı çok basit. Çünkü AB üyesi olarak bunu yapamazdı. Nihayet birlikten çıkar çıkmaz ilk yöneldiği anlaşmalardan birisi bu oldu.
Buna karşılık ÇHC de kendi adımını attı ve 2020 yılında Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Anlaşması (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP)’nı yaptı. ÇHC’nin liderliğinde yapılan bu anlaşmanın ASEAN ülkelerini kapsaması şaşırtıcı değil. Japonya ve Güney Kore’nin yer alması biraz ilginç. Ancak Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yer alması daha da ilginç diye düşünüyorum. Açıktır ki Japonya gelişmeleri izliyor ve ABD’nın yaklaşımı ile bir yere gidemeyeceğini farketti. Güney Kore tek başına fazla bir anlam ifade edemeyeceğini gördü. Hele de Avustralya ve Yeni Zelanda içerisinde ise bunun Birleşik Krallık’ın iradesi dışında yürümeyeceğini herhalde düşünmüştür. Ya da en baştan bu yönlü temaslar olmuştur.
Bir ticaret anlaşmasına bu kadar anlam yüklemek gereksiz bulunabilir. Nihayetinde bir serbest ticaret anlaşmasıdır, denilebilir. Ancak sadece ticaretin konuşulduğu anlaşmalar, ulusal güvenlik anlaşmaları ile desteklenmediği takdirde kalıcı olamıyor. Dolayısıyla bu girişimleri başka gelişmelerin ilk adımları olarak görmek gerekir.
Nihayet bu son anlaşmanın üzerinden bir yıl geçmeden güvenlik anlaşması geldi. Birleşik Krallık, ABD ve Avustralya savunma alanında ileri teknolojilerin paylaşılacağı bir anlaşma yaptıklarını duyurdu. Bu ülkelerin baş harflerinden oluşan adıyla AUKUS’a göre bu üç ülke nükleer enerjili denizaltı dahil olmak üzere savunma alanında ileri teknolojileri paylaşacak. Üç ülkenin başkan ve başbakanlarının yaptığı açıklamalara göre Avustralya'nın sahip olacağı nükleer denizaltıları Hint-Pasifik'te istikrarı destekleyecek ve bu ülkelerin ortak değerleri ile çıkarlarını desteklemek için kullanılacak.
Anlaşma sonrası yapılan açıklamada doğal müttefiklikten söz edildi. Hint-Pasifik bölgesi için yapılan tanım daha da dikkat çekici: Çözülmemiş toprak anlaşmazlıkları, terör tehditleri ve organize suçlar dahil potansiyel sorun alanları içeren bir bölge.
Bu anlaşmanın ÇHC’ye karşı yapıldığı genel kanaat olmakla beraber AB’den de sert tepkiler var. Zira Avustralya Fransa ile yaptığı denizaltı anlaşmasını sona erdirmişti. Bu adımın 40 milyar dolarlık bir anlaşmanın iptali olmasının ötesinde anlamları var ki Fransa ABD ve Avustralya büyükelçilerini geri çekti. Almanya da doğal müttefiki olan Fransa’yı destekleyici açıklamalar yaptı.
Tartışmalar elbette devam edecek ama önemli bir adım atılmış oldu. Bu anlaşma ile yukarıda değindiğimiz ticaret anlaşması girişimleri biraz daha netleşecek. ABD’nin tek kutuptaki misyonunu tek başına yürütemeyeceği daha belirgin hale geldi ve İngiltere daha aktif olarak işe girdi. Daha önce pasif olduğu için değil ama AB’nin kısıtlayıcı yapısı nedeniyle daha dolaylı idare eden İngiltere artık daha doğrudan pozisyon alacak.
Japonya ve Güney Kore’nin bile kararsız kaldığı bir ortamın ABD için bir başarı olarak anılması pek de mümkün değildi. Trump’ta somutlaşan yalpalama ile bir düzenin sürdürülmesi veya yeni bir düzenin kurulması imkan dahilinde değildi ve hatta bu süreç ÇHC’yi daha da güçlendiriyordu ki Japonya ve Güney Kore RCEP’te yer almıştı. Avustralya’nın pozisyonu ise muhtemelen bugün konuştuğumuz yeni durumun hazırlığı idi.
Yeni dönemde ticari işbirliklerini iyi izlemek gerekir. Asya’daki “doğal” müttefiklerin iktisadi ve siyasi olarak artık eskisi kadar ABD’ye güvenmedikleri açık. ÇHC gerçeğini de gözardı edemiyorlar. Bu yeni gelişmede belirleyici unsuru izleyecekler kanaatindeyim. Bakalım Birleşik Krallık, ABD’nin yıpranan imajını ikame edebilecek mi?