Bir önceki çalışmamızda, Hristiyanlığın kendi içerisindeki mücadelesinin, belki de diğer dinlerle olan mücadelesinden daha keskin ve kanlı gerçekleştiğinden ve etkilerinin halen yaşadığımız güç mücadelelerine de yansıdığının açıkça görüldüğünden bahsederek, bu bağlamda genel olarak; Protestan düşüncenin, Katolik ve Ortodoks inanç üzerinde, Katolik düşüncenin ise Ortodoksluk üzerinde bir etki sağlamaya çalıştığından söz etmiştik. Bu noktada üzerinde özellikle durulması gereken ülke ise Yunanistan’dır.
Yunanistan’ı Balkan ülkeleri arasında ayrıcalıklı yapan neydi ve neden Yunanistan Ortodoks dünyası içerisinde farklı bir konuma sokuldu?
Bu sorunun cevabına, Yunanistan’ın kuruluş/kurma sürecinin doğru bir şekilde analiz edilmesiyle ve Yunanistan benzeri, dışarıdan ulus oluşturma süreçlerine ilişkin kavramların incelenmesiyle ulaşılabilir.
Milliyet kelimesi kavramsal olarak, anlamlı bir bütüne olan bağlılığı işaret eder. Bu anlamda milliyetçilik tanımı da mensubiyetten yana bir tutum ve davranışı ortaya koyabilme biçimi olarak tanımlanabilir (Akova ve Kantar, 2020: 205). Diğer taraftan bu ifade, millet referanslı kültürel bir düşünceyi temel alarak, belirttiğimiz bu ilkeyi siyasal, sosyal ve ekonomik alanda uygulamak demektir (Yanık ve Kara, 2016: 558-559). Kavramsal açıdan milliyetçilik, oluşturulan anlamlı bir bütüne bağlılığı ifade eder ve topluluğun kültürünü ve ideolojisini şekillendirir. Ancak bu oluşum noktasında bariz bir yanılgıya düşmemek gerekir. Eğer bu kavramlar, o milliyetin içindeki öz unsurları tarafından oluşturulur ve yönlendirilirse, o toplumun yaşama ülküsünü ve geleceğini şekillendirir, fakat bir üst akıl ve emperyalist baskı ve irade ile oluşturulursa, bu gelecek bir türlü oluşturulamaz ve toplumsal travmalar ve sıkıntılar yaşanmaya devam eder.
Milliyetçilik ve millet oluşturma süreci biraz daha açılabilir. Geçtiğimiz yüzyılın en güçlü aydınları arasında sayılan filozof ve sosyal antropolog Gellner (1925-1995), milliyetçiliği; ulusların öz-bilinçlerine doğru bir uyanıştan daha çok, var olmadıkları bir yere ilişkin uluslar icat etmek olarak tanımlar (Gellner, 1983: 168). Ona göre modern şartların bir ürünü olan milliyetçilik, devlet ile kültürün bir çakışmasıdır (Gellner, 1983: 1). Diğer taraftan, Endonezya doğumlu İngiliz-İrlanda kökenli, Amerikalı politik bilimci Benedict Anderson (1936-2015), bilinçsizce de olsa bir nesne yaratıp bunu ideoloji olarak sınıflandırmaktan kaynaklanan milliyetçilik yorumunu yapar ve bunu “akrabalık” ve “din” gibi olgularla birlikte düşünmemenin yanlışlığını ortaya koyar. Anderson’a göre suni bir millet oluşturulurken, kültürel olguların oluşturulmasını tahayyül etmek ve aidiyet bilincini şekillendirmek gerekir. Çünkü milliyetçilik, uygun bir şekilde düzenlenip topluma sunulduğunda din ve akrabalık gibi olgularla eş değer olabilmektedir (Anderson, 2014: 20).
Kavrama ilişkin Ernest Hobsbawn (1917-2012), modernleşme sürecindeki siyasi boyutun önemine işaret eder (Hobsbawn, 1990: 1) ve ulusların icat ettikleri gelenekler aracılığı ile geçmişle olan bağlantılarını devam ettirmeye çalışmalarına vurgu yapar. Ona göre bu bağlantı çoğu zaman, tarihsel devamlılıktan kopuktur ve birçoğu kültürel saflık gibi efsaneleşmiş duygularla suni olarak oluşturulur. Aslında bu efsaneler, milliyetçiliğin bilakis kendisi tarafından yaratılır. Böylelikle yeni değer ve anlamlar yüklenen kültürel öğelerle, toplumsal grupların belirli bir semboller bütünü etrafından kontrollü bir şekilde hareket etmesi sağlanır. Hobsbawn ‘a göre, dışarıdan icat edilen bu kültür üç ana niteliğe sahiptir. Bunlar; temel eğitimin düzenlenip geliştirilmesi yanında, kitlesel törenler ve kamusal anıtların oluşturulmasıdır (Hobsbawn, 1990: 2-5). Burada temel eğitimin düzenlenmesi ayrıcalıklı bir önceliğe sahiptir. Böylece toplum içinde farklı kimlikler tekilleştirilir ve kitlesel olarak düzenlenen görkemli törenlerle aidiyet bilinci geliştirilir ve nihayetinde devasa anıtlarla geçmişte çoğu zaman var olmayan ve şimdiye ait icat edilen anıtsal sembollerle kitlesel bir iletişim oluşturulur.
Bu süreçte hareketi kontrol edebilme potansiyeline sahip siyasi elitlerin bulunuşu veya suni olarak oluşturulması da önemlidir (Breuilly, 1996: 165). Bu anlamda da oluşturan elitlerin dini olmayan ve dinle ilişkisi olmayan hedefler doğrultusunda toplumu başka ülkelerin çıkarları için kullanabilmesi de mümkündür (Hüseynova, 2008: 92).
Hristiyanlıkta, Katolik ve Ortodoks mezhepleri arasındaki çekişmenin oldukça eski tarihlere dayandığı bilinir. Bu durum Adalar Denizindeki yerleşim yerleri için de geçerli olup, Katolik Latinler IV. Haçlı Seferi’yle birlikte, 1204 yılından itibaren Ortodoks Hristiyanların yoğun olarak yaşadığı adalardan bir kısmını da kontrolleri altına almışlardı ve bu durum Doğu Akdeniz’de dinî inanç temelli toplumsal ayrılıkların yoğun bir şekilde ortaya çıkmasına yol açmıştı (Küçük, 2001: 5). Örneğin, Osmanlı idaresi altında Kiklad (Cyclades adaları Atina’nın güney doğusundan yer alan adalar grubudur) Adalarının Katolik Latinler ile Ortodoks Rumlar arasındaki çatışma ve mücadelelere sahne olduğunu gösteren pek çok belge bulunmaktadır (Demircan 2009: 671-680).
Diğer bir konu Ortodoksluk inancı üzerinde kontrol sağlama çalışmalarıdır. 1774 yılında Rusya ile Osmanlı Devleti arasından imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, tartışmalı olsa da ilk defa yabancı bir güce Osmanlı içerisindeki Ortodoks Hristiyan tebaa üzerinde koruma hakkını veriyordu (Brewer, 2011: 135). Anlaşma ayrıca Doğu Ortodoks Hristiyanlarına Rus bayrağı altında yelken açma hakkını da sağlıyordu. Rusya, siyasi hedeflerine varmak için Ortodoksları kontrolünde tutmak istiyordu ve bu doğrultuda çalışmalar yapıyordu. Bu ise İngilizleri oldukça rahatsız ediyordu.
Aslında Balkanlarda ilk ayaklanmayı başlatanlar, Ruslar gibi Ortodoks olan Sırplardı (1804). 1821 yılında ise Yunanlılar Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ayaklandılar. Viyana Kongresi (1815) tarafından kurulan statükoyu korumayı taahhüt eden Avrupalı güçler, başlangıçta Osmanlıları destekledi (Edouard, 1919). Bu dönemdeki İngiliz dış politikası da esas olarak, “Rusların Balkanlardan nasıl uzak tutulacağı” üzerine kuruluydu (Brewer, 2011: 250). Diğer taraftan İngilizler için Akdeniz’de Hindistan’a giden yolun güvenliği öncelikliydi ve bu yolun güvenliğini için kendi kontrollerinde Ortodoks inancına sahip Yunanistan gibi bir ülkenin kurulması hiç de fena olmazdı.
1825 yılı sonlarında Rus Çarının ani ölümü ve yerine Nicholas’ın geçmesi, üstelik ona karşı başlayan başlatılan isyan, İngilizlere bu fırsatı sundu. St. Petersburg’daki İngiliz büyükelçi Lord Strangford, İngiltere’ye, genç imparator Nicholas’ın Yunanlıları hiç umursamadığını bildirmekte gecikmedi (Brewer, 2011: 256). Bunun üzerine İngiliz hükümeti, tecrübeli bir diplomatını Nicholas’ı tahta geçtiği için tebrik etme bahanesi ile St. Petersburg’a gönderdi ve İngiliz ve Ruslar arasında 4 Nisan 1826 tarihinde “St. Petersburg Protokolü” imzalandı. Bu Protokol, Yunanistan’ın kurulmasını kapsıyordu. Aslında Ruslar oyuna gelmişti ve zaman geçtikçe bu durum daha açık bir şekilde kendisini hissettirecekti.
Bu protokole en büyük tepkiyi, Avusturya Başbakanı Matternich gösterdi ve tamamen reddetti. Çünkü bu protokolle Avrupa’da kongre sistemi yok oluyordu. Katolik İrlandalılar, İngilizlere karşıydı ve Matternich kızgınlıkla, “O zaman İngiltere, İrlanda yöneticilerini İngiliz Kralına eşit bir güç olarak görmeye hazır mı?” diye sormuştu. Prusya’da Avusturya gibi protokole karşıydı. Diğer taraftan Fransa bir ikilem yaşıyordu. St. Petersburg Protokolü ile İngiliz ve Ruslar birleşmişti ve Fransa bu bölgede ya onlarla mücadele edecek ya da onlara katılarak Mısır dahil bölgedeki çıkarlarını koruyacaktı. Mısır’da Mehmet Ali Paşa Fransa’ya güveniyordu. Fransız sistemlerini uygulamaya başlamış, ordusunun eğitimini Fransızlara vermiş, silah ve teçhizatını da büyük miktarlar ödeyerek Fransızlardan almıştı. Ama bütün bunların Fransa için bir anlamı yoktu ve ilk fırsatta Mısır’ın karşısına geçmekte tereddüt etmeyecekti. Zaten Katolik inanca sahip olan Fransa’nın, 1572 yılında kralın katliam emrini vermesiyle, ülkesindeki 30 bine yakın Protestan’ı birkaç haftada yok ederken (Smither, 1991: 27:46), diğer yandan inanca dair hususlarda kendi çıkarına geldiği şekilde hareket ettiği de biliniyordu ve yine öyle oldu.
6 Temmuz 1827 tarihinde Londra’da Fransa; İngiliz ve Ruslarla birlikte, St. Petersburg Protokolüne dayanan, Londra Antlaşmasını imzaladı ve 3 ay sonra onlarla birlikte Türk ve Mısır ortak donanmasını 20 Ekim 1827 tarihinde Navarin’de yakarak, Yunanistan üzerindeki kontrolde etkisi günümüze varacak şekilde hak sahibi oldu. Fransa yine bu anlaşma ile İngilizlerle anlaşarak Afrika’nın Sahel Bölgesinin kuzey ve güneyinde, etkisi bugünlere uzanan sömürgeler elde etmede tek olma konumunu da elde etmiş oldu. Yunanistan Krallığı da 1830 yılında yine Londra’da 3 ülke arasında yapılan görüşmelerde kurulmuştu. Fransa, çok geçmeden Cezayir’i aynı yıl (1830) işgal etmişti bile. Bunun öncesinde Rusların, Osmanlı topraklarına saldırısı da İngilizler tarafından desteklenmişti. İngilizlerin bu tarihten sonra, zaman içerisinde, sürekli olarak Rusları Osmanlı topraklarına saldırı için desteklediği görülecektir. Buradaki temel amaç ise Rus ve Osmanlı güçlerini birbiri ile çatıştırarak her iki devleti de zayıflatmaktı ve Ruslar her seferinde bu oyuna geldi. Rusların Ortodoks Yunanistan üzerindeki etkisi ise zaman içerisinde belirsizleşti.
Bir ülke üzerinde egemenlik kurmak isteyen büyük güçlerin genelde şu aşamaları uygulandıkları görülür;
-Önce o ülkeye mevcut nüfus ve imkanları ile gerçekleştiremeyecekleri cazip ve büyük bir hedef verilir (Büyük Fikir: Megali İdea).
-Sonra o bölgedeki egemen halk ile arasında bir kan davası yaratılır (Yunan ayaklanması esnasında Mora ve adalarda yaşanan Türk katliamı).
-Ülke borçlandırılır (Yunanistan daha isyan hareketine başladığından bugüne hatta geleceğe yönelik olarak hep borçludur).
-Ülkenin eğitim sistemi düzenlenerek, çocuklar daha başlangıçtan itibaren kontrol altına alınır (Yunan eğitim sistemi: 1834).
-İhtiyaç olduğu zamanlarda oluşturulmuş kan davası hatırlatılarak toplum kontrol edilir.
-Oluşturulan sisteme karşı çıkan aydınlar çeşitli yöntemlerle etkisiz duruma getirilir.
Bütün bu hususların Yunanistan için başlangıçtan itibaren hazırlandığı açıkça ortadadır ve Yunanistan bu kontrol altına alışta, örnek olarak gösterilebilecek bir ülkedir. Ne gariptir ki, Yunanlıların yapmış olduklarına ses çıkarmayan da İngilizlerdir, Yunanlıların katliamlarını dünyaya duyuranlar da. İngiliz yazar Clair şöyle der: “1821 Mart ayında Mora’da yaklaşık 50 bin Türk yaşıyordu. Bir ay sonra Grekler paskalyalarını kutlarken tek bir Müslüman kalmamıştı. Tümüyle ve dünyanın haberi olmadan yok edildiler”. Mora’da sadece 3 günde 40 binden fazla Türk katledilmişti. İngiliz yazar Runciman ise bunun bir kurtuluş savaşı olmaktan çok Türklere ve Müslümanlara karşı bir yok etme hareketi olduğunu vurgular. Mora’daki Yunan ayaklanması, daha başlangıçta planlandığı gibi öldürecek tek bir Türk kalmayınca sona ermişti (Finlay: 1842).
Borçlandırma meselesine gelince. Yunanistan daha 1821 yılında aldığı borçları ödemek için neredeyse 100 yıl uğraşmıştır. Borçlandırma sonrasında da devam ettirilmiş ve ettirilecektir de. Yunanlılar için çevresinde tehlike algısı yaratılıp, silah satışlarıyla borçlandırılmasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Günümüzde de borçlu bir ülke konumu devam etmektedir ve başka borçlar almazsa 2050 yılına kadar da borçludur.
Yunan eğitim sistemi ise kuruluşundan hemen sonra çıkarılan eğitim yasası ile oluşturuldu ve günümüze kadar geldi (ΦΕΚ Α87/1836: 458-473). 1834 yılında oluşturulan bu sistemin de yabancılar tarafından oluşturulduğunu söylemeye gerek yok (Acar, 2019: 55) ve Yunanlı Profesör Kitrikis’e göre günümüze kadar fazla bir değişikliğe uğramayan sistem, nefret ve önyargılarla dolu. Çünkü sistemi oluşturanlar, Yunanlıları istedikleri gibi kontrol etmek ve bölgede çıkarlarını gerçekleştirebilmek için, onların Türklerden nefret etmesini istediler. Bu sayede borçlandırılıyorlar, bu sayede ülke hiç kimsenin itirazı olmadan yabancı üslerle ve askerlerle doldurulabiliyor.
Ortodoks Yunanistan’ın ilk kralı 17 yaşında Katolik bir Almandı. Büyüyünce istediklerini yapmamaya başladı ve tahttan indirilerek bu sefer yerine Danimarkalı bir başka çocuk getirildi. Yeni kral gelmeden önce İngiltere ve Fransa’yı ziyaret etmeyi unutmamıştı ve 1913 yılında öldürülünceye kadar görevini yerine getirdi. Yerine gelen Kralın İngiliz ve Fransızlardan ziyade Almanya yanlısı olduğu düşünülüyordu. Bu asla kabul edilemezdi. İngiliz ve Fransızlar verdikleri borçları ve silahları geri istediler. Yunan ordusu ile İngiliz ve Fransız askerleri arasında Atina’da şiddetli çatışmalar yaşandı. Benzer bir durum 1920 yılında İngiliz yanlısı Venizelos’un seçimleri kaybetmesinden sonra da yaşandı ve kral olan Konstantin askeri darbe ile tahtından indirildi. Bundan sonra da Yunanistan hiçbir zaman Yunanlılara bırakılmadı.
İkinci Dünya Savaşı sonunda Churchill ve Stalin arasında, “Yüzdeler Anlaşması” olarak bilinen uzlaşı ile ağırlıklı olarak Ortodoks nüfusa sahip Güneydoğu Avrupa’nın, nüfuz bölgelerine göre nasıl pay edileceği belirlenmişti. Aslında bu bir bakıma Ortodoks dünyanın paylaşımını kapsıyordu. Churchill’in daha sonraları bir gazeteye verdiği demeçte ifade ettiği gibi (Bell ve Gilbert, 2001), Stalin aldığı tavizler karşılığı, verdiği sözde durarak Yunan komünistlere verdiği desteği çekerek, bu bölgeyi İngilizlere bıraktı. Dünya savaşından sonra ise dünya gücü olma konumunu kaybeden İngilizler, bu sorumluluğunu ABD’ne bıraktı.
ABD’de dinin hale en etkili kurumların başında geldiği ve din ve dini grupların sivil toplumun ve siyasi kültürün inşa edilmesinin yanında, dış politikanın da belirlenmesinde etkili olduğu (Yıldırım, 2015: 91) ve ABD’nin kendi gücünü dünyaya aktarmada dini gruplardan fazlasıyla istifade ettiği biliniyor. Bu durum özellikle II. Dünya Savaşından sonra belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve ABD açıkça Ortodoks inanç üzerindeki Rus etkisini kırmak ve Ortodoksluğu kendi kontrolüne almak istedi (Bkz. İnci: 2022). ABD bu makama Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposu Athinagoras’ı getirmek ve Ortodoks inanç üzerinde kontrol sağlamak istiyordu. Bu maksatla o zamanki Patrik Maksimos komünist olmakla itham edildi. Hastalığı gündeme getirilerek istifası istendi. Baskılara dayanmayan Patrik Maksimos, Cumhuriyet Döneminde bir ilk olarak 1948 yılında istifa etmek zorunda kaldı. Patrikhanenin bu makama yabancı birisinin atanmasına karşı çıkmasına rağmen, Athinagoras üzerinde ısrar edildi. Karşı çıkılmasındaki ana nedenlerden birisi de Athinagoras’ın Türk vatandaşı olmamasıydı. Bu problem Türk makamlarının acilen verdiği vatandaşlık hakkı ile giderildi ve Truman’ın özel uçağı ile ABD’den Türkiye’ye gelen Athinagoras, toplamda 17 oyun 11’ini alarak yeni Patrik olarak seçildi. Athinagoras, 1972 yılındaki ölümüne kadar bu görevde kaldı. Bu dönem ABD politikalarının, Ortodoks inanç üzerinde etkili olduğu bir dönemdi.
Yunanistan’ın kurulması konusunda İngilizlerle birlikte hareket eden Ortodoks Rusya ise amaçlarını gerçekleştirmede hep zorlandı. 1804 yılında Balkanlarda ilk ayaklanmayı başlatan Ortodoks Sırbistan, İngiliz ve Fransız destekli Yunanistan’dan neredeyse 50 yıl sonra, 1878 yılında Berlin Anlaşması ile bağımsız olabildi. Öyle ki, bugün dahi Sırpların denize çıkışı kapatılmıştır. I. Dünya Savaşı sonrası Yugoslavya’nın bir parçası haline gelen, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Sırbistan ile bir konfederasyon kuran Karadağ, 2006 yılında Sırbistan’dan ayrılmıştır. Benzer bir hapsoluş Ortodoks Bulgarlar için de geçerlidir. Ortodoks Bulgarların güneyde Dedeağaç üzerinden denizlere çıkışına da bütün çabalarına rağmen İngilizler tarafından izin verilmemiştir. Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali ise her iki ülkedeki Ortodoks inanç sisteminin çatışmasının zeminini oluşturuyor ve ayırımın her geçen gün giderek arttığı görülüyor.
Yunanistan’da ise dinin toplum üzerindeki etkisi giderek kısıtlanırken, Yunan yönetimi ile din adamları arasında da görüş farklılıkları giderek artıyor. Kimliklerden din tanımının çıkarılması, din adamlarına devlet tarafından maaş verilmemesinin gündeme gelmesi başlıca konular olarak ortada duruyor. Ortodoksluk inancı ise birçok konuya hiç değinmiyor ve sadece Türk düşmanlığı gibi sorumluluğuna verilmiş tek bir konuya kilitlenmiş durumda. Aynı baskı entelektüel Yunanlılar ve akademisyenler üzerinde de yaşanıyor. Yunanistan için belirlenmiş çizgi ve söylemlerin dışına çıkmak oldukça zor. Çıkanlar bir şekilde dışlanıyor veya etkisiz hale getiriliyor. Son dönemde Yunanistan’ın kendisi gibi Ortodoks olan Rusya’ya karşı aldığı aşırı düşmanca tavırlar ve ülkesini ABD üsleri ile doldurması ise Rusya’nın ve bölgedeki diğer Ortodoksların tepkisini çekiyor.
Sonuç olarak; Yunanistan’da milliyet ve milliyetçilik kavramları, Yunanlıların kendisinden ziyade üst akıl ve tasarım ile oluşturulduğundan; siyasal, sosyal ve ekonomik alana yansımalarda sıkıntılar yaşanmasını normal karşılamak gerekir. Hele bu oluşumda aidiyet bilincinin var edilmesi ve şekillendirilmesi, öz bilince yönelik bir uyanıştan daha çok, tarihsel devamlılıktan kopuk var olunmayan bir noktaya yönelik kullanılabilecek bir ulus icat etme süreci olunca, iş bambaşka noktalara evriliyor. Yüzyıllar öncesiyle hiç alakası olmayan bir kültürel saflık yaratma ve efsaneler oluşturma hayali ise gerçeklerle uyuşmadığından ortada öylece kalıyor.
Yunanistan için dışarıdan icat edilen kültürel yapı ise temel eğitiminin yanında, kitlesel tören ve kamusal anıtlarda kendini açıkça belli ediyor. Bu suretle istenilen yapı; sivil toplum kuruluşları, medya, kilise, siyasi elitler, akademisyenler, askeri ve sivil toplum kuruluşları gibi yapıların içerisine dönülemez ve aksi iddia edilemez şekilde nüfuz ediyor. Böylece bir taraftan yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir bir toplum oluşturulurken, diğer taraftan kitlesel iletişim ile sabitlenen ve ortak düşmanlara yöneltilen yapı sayesinde, toplum düşüncesi de yüzyıllar öncesinde belirlendiği şekilde sürekli sabit kalıyor, istenilse dahi farklı fikirler üretip belirlenen bu çizginin dışına taşıp gelişme gösteremiyor.
Kaynakça
Acar, Merve. (2019). Yunan Milliyetçiliğinin Oluşumu ve Modern Yunanistan’da Tarih Yazımı, Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi. Cilt:6, Sayı: 2, s. 38-63.
Akova Sibel, Kantar Gökmen. (2020). “Milliyetçilik Bağlamında Batı Balkanlarda Milliyetçilik ve Ulus Devlet Oluşumu”, Kültür ve İletişim Bağlamında Batı Balkanlar, Berikan Yayınevi: Ankara.
Alexandris, Alexis. (1983). The Greek Minority of Istanbul and Greek-Turkish Relations, 1918-1974, Center for Asia Minor Studies: Athens.
Anderson, Richard Benedict. (1993). Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökeni ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları: İstanbul.
P. M. H. Bell and Mark Gilbert. (2001). The World Since 1945: An International History, Hodder Arnold Publication: UK.
Breuilly, John. (1993). Nationalism and the State, Manchester University Press: Manchester, UK.
Brewer, David. (2011). The Greek War of Independence: The Struggle for Freedom from Ottoman Oppression, Overlook Duckworth: London.
Clair St. W. (1972). That Greece might still be free- the Philhellenes in the war of independence (Yunanistan'ın özgürlüğü için- bağımsızlık savaşında Helen Yandaşları): Londra.
Demircan, Yasemin. (2009). “1720 Tarihli Tahrir Defterine Göre Nakşa Adası'nda Yapılan Düzenlemeler ve Reayanın Durumu”, Belleten, LXXIII (268): 671-680.
Driault, Edouard. (1919). “The Coalition of Europe Against Napoleon”, The American Historical Review, Jul., 1919, Vol. 24, No. 4 (Jul., 1919), pp. 603- 624 Published by: Oxford University Press on behalf of the American Historical Association.
Finlay, George. (1842). “An Adventure during the Greek Revolution”: Blackwood's Edinburgh Magazine.Gellner, Andre Ernest. (1983). Nations and Nationalism, Ithaca: Cornell University Press: New York.
Hobsbawm, Eric. (1990). Nations and Nationalism Since 1780: Programme, Myth, Reality. Cambridge: Cambridge University Press: Cambridge: UK.
Hüseynova, Sevda. (2008). “Din-Savaş İlişkileri ve Sulh Kültürü”, Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, Sayı: 5, 2008 (Bahar), 87-95.
İnci, Salih. (2022). Cumhuriyet Döneminde Fener Rum Patriklerinin Seçimi, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Cilt 22, Sayı 1: sf.1-36.
Küçük, Cevdet. (ed.) (2001). Ege Adalarının Egemenlik Devri Tarihçesi, SAEMK Yayınları: Ankara.
Smither, R. James. (1991). "The St. Bartholomew's Day Massacre and Images of Kingship in France: 1572-1574." The Sixteenth Century Journal.
Yanık Celalettin ve Kara Mustafa. (2016). Milliyetçiliğe Yönelik İki Kuramın Değerlendirilmesi: Modern Milliyetçi Kuram ve Etno-Sembolcü Milliyetçi Yaklaşım, Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 7 (1).
Yıldırım, Onur. (2015). “Amerika’da Dinin Siyaset Üzerindeki Etkisi”, JEBPIR, 1 (2), 2015, 91-108.